30 Aralık 2012 Pazar

Ona Kimse "Tavuk" Diyemez



Kullandığım başlık, çok sevdiğim film kahramanının en sık kullandığı replik. Orjinali "Nobody calls me chicken" olan repliğin sahibi ise Marty McFly. Bu karakter benim için gelmiş geçmiş en değerli, en sevilesi, en eğlenceli karakter. Mevzu bahis filmimiz ise bilmeyenler için söyleyeyim; Geleceğe Dönüş (Back To The Future). Nereden başlasam, nasıl toparlasam da bu metni derli toplu bir metin haline getirsem bilmiyorum. Yazımı yazarken diğer yandan da filmin müziklerini dinliyorum. O kadar çok söylemek istediğim şey var ki filmle ilgili, o kadar çok şey ifade ediyor ki bir kelimeye başlarken başka bir kelime geliyor aklıma ve karmaşaya engel olmak için büyük çaba sarfediyorum. Neyse, derin nefes alıp bir giriş yapmanın vakti geldi sanırım.
Filmimiz üçlemeden oluşuyor. İlki 1985, ikincisi 1989, üçüncüsü ise 1990 yapımı. Yönetmenliğini Robert Zemeckis, yapımcılığını Steven Spielberg'in yaptığı üçlememizin başrolleri Michael J. Fox (Marty Mcfly) ve Christopher Lloyd'a (Doctor Emmett Brown) ait. Filmin dağıtımcısı ise Universal Pictures. Yola 19.000 lik bütçeyle çıkan film bu rakamın 20 katı hasılat elde etmiştir.




İlk filmin konusunu ise kısaca özet geçelim ki izleyecek olanlara spoiler vermemiş olalım. Marty Mcfly, Hill Valley adlı kasabada yaşayan 17 yaşında müzik tutkunu bir gençtir. Kasabasında yaşayan diğerleri tarafından "kaçık" olarak nitelendirilen ve dışlanan Dr. Emmett Brown ile yakın arkadaştır. Dr. Brown bir gün Marty'i arar ve yeni icadını onunla paylaşmak ister. Bu bir zaman makinasıdır. Marty ve Dr. bu yeni icadı incelerken terörist saldırısına uğrarlar ve Marty kaçmaya çalışırken 1985ten 1955e gider. İşte hikayemiz bu noktada başlar. İkinci ve üçüncü filmlerde ise bu ilk filmle bağlantılı olaylar yaşanır.
Teknik bilgiler dışında, filmin benim için ifade ettiği noktalara da değinmek istiyorum. Şöyle ki, öyle bir film ki ne zaman izlesem (ayda birkaç kez izlediğim olur) yaşama sevinciyle dolarım. Gerçekleştirmek istediğim hayallere daha da sıkı sıkıya bağlanırım. Yaşamakta olduğumuz zamanın ne kadar kıymetli olduğunun farkına varırım. Filmle çocuk filmi diye dalga geçen tanıdıklarım oldu. Bu noktada, bakmakla görmek arasındaki farkın devreye girdiğini düşünüyorum. Zaman geçirmek için, alelade bir şekilde, aklınızda başka başka türlü düşünceler varken izlerseniz anlam ifade etmeyebilir. Diğer yandan, kendinizi vererek ve sorgulayarak izlediğinizde filmin önemli mesajlar içerdiğini farkedeceksiniz. Mesajları geçtim, Mcfly-Brown ikilisinin ilişkisi için bile izlenir bu film. Öyle doğallar, öyle sempatikler ki bir süre sonra hayatınızdaki birileriymiş gibi bağlanıyorsunuz karakterlere. Eklemek istediğim bir diğer konu ise, filmin geniş kitleleri etkilediği ve yankılarının günümüzde bile nasıl devam ettiğidir. Örneğin Nike markası 2011 yılında, ikinci filmde görülen bir   ayakkabı modelini satışa çıkarmıştır. Modelin adı merak edenler için "Air Mag". Ünlü İngiliz pop-rock grubu Mcfly, adını filmden esinlenerek almıştır. Günümüzde büyük hayran kitlelerine sahip Supernatural, The Big Bang Theory gibi dizilerde filme yapılan göndermeler ve filmden esinlenen bölümler mevcut. Metni uzatabilirim ama sanırım sıkılmamanız adına şu anki hali yeterli. Ölmeden önce izlenmesi gereken filmler listesindeki bu filmi ölmeden önce izleyin derim. Aşağıda paylaştığım soundtrack dışında "Power Of Love" , "Back In Time" ve "Johny Be Good" da dinlenmesi gerekenler arasında.


27 Aralık 2012 Perşembe

İsyan


İnsanlar garip, insanlar anlaşılmaz, insanlar yorucu. Belki de hayatı bu kadar çekilmez kılan, bizi zorlayan en büyük etken de bu. Çevremizdeki insanları anlamaya çalışarak, ilişkilerimizdeki sorunları halletmeye uğraşarak tabir-i caizse kafayı yiyoruz. Belki de sadece ben bu haldeyim bilmiyorum. Yakın arkadaşlarım takıntılı, çok düşünen bir insan olduğumu söylerler. Durup düşününce haklı oldukları kanaatine varıyorum. Bazen o kadar yoruyor ki beni bu durum, o kadar daralıyorum ki kaçıp gidesim geliyor yaşadığım çevreden. Hiç tanımadığım bir ortamda, etrafımda insanlar olmadan biraz sakinleşmek istiyorum. Oysa ki ne kadar da sorunsuz, ne kadar da uyumlu bir insanım. Herkes kendi hayatını yaşar, herkesin kendi doğruları vardır benim gözümde. Hiç kimseyi kişisel tercihlerinden dolayı yargılamam, genelde pozitifimdir, insanları terslememeye-kırmamaya özen gösteririm. Çünkü, aldığımız nefesin bile son bulacağını bildiğim bu dünyada, fındık kabuğunu doldurmayacak sebeplerle insanları üzmeye hakkım olmadığına inanırım. Sadece benim değil, kimsenin hakkı yok buna. Ne kadar üzülmüş olursak olalım, kafamız ne kadar meşgul olursa olsun, geçmişte ne kadar yanmışsa da canımız; başka bir canı acıtmaya hakkımız yok. Bu demek değildir ki, başkalarını üzmemek adına kendimizi üzelim. Diğerlerinin canı acımasın diye kendi doğrularımızdan vazgeçelim. İşte ben en büyük yanlışı bu noktada yapıyorum. Hoşlanmadığım davranışlara tahammül etme zahmetine giriyorum. Ben diğerlerinin davranışlarına tebessüm ederken benim davranışlarım sorgulanıyor, müdahale edilmeye çalışılıyor ya da eleştiriye maruz kalıyor. Tamam, eleştiriye karşı bir insan değilim. Tabii ki insanlar düşüncelerini sarf etmekte özgürler. Ama bu davranışlar kendini yinelemeye devam ederse, atılan adıma yorum yapılmaya başlanırsa hoşgörü sınırını aşmış demektir. En kötüsü de tüm bunların bilincinde olup, değişeceğim diyip, ertesi sabah aynı kişi olarak uyanmak. Yaşadıkça daha çok öğreniyor insan evet, her hatadan bir ders çıkartıyor, zamanla akıllanıyor. Ben de geçmişe göre daha güçlü hissediyorum artık, daha az tahammül ediyorum. Yine de henüz istediğim noktada değil. Yine de gösterdiğim çabayı karşımdakilerden göremiyorum. Belki de çaba göstermemeyi öğrenmem gerek, kim bilir.

5 Aralık 2012 Çarşamba

İyi Ki Varım



Başlığı okuyunca kuvvetle muhtemel "Bu kız ne kadar kendini beğenmiş, ne zannediyor kendini?" gibi düşüncelere bürüneceksiniz. Fakat; yazının devamında, işin iç yüzünün çok daha başka olduğunu anlayacağınızdan eminim.
Bugün 3 Aralık ve benim doğum günüm. Kendimi bildim bileli doğum günleri değerli  olmuştur benim için. Değerli hissettiğim günler olmuştur. Kendimi seviyorum. Yanlışlarımla, doğrularımla, hatalarımla, eksiklerimle... İyi ya da kötü tüm özelliklerimle seviyorum. Ben buyum. Hissettiğim gibi güzelim, olduğum gibi. Ayrıca; çokta seviliyorum ve bu gerçekten minnettar olduğum bir durum. Bazen, bu sevginin altında ezildiğimi hissediyorum. Çünkü; ekstra bir şey yapmıyorum. Sadece, bir insanı seviyorum ve o doğrultuda davranıyorum.
İnsanların beni görünce suratlarında oluşan tebessümü seviyorum. Benim yanımda iyi hissetmelerini, benimle konuşmayı sevmelerini seviyorum. Bazıları çok yalap şalap, çok sırnaşık olduğumu söylüyor. Söylesinler, değişmeyeceğim. Değişmeyeceğim çünkü; an gelipte geçmişe baktığımda "Keşke onu ne kadar sevdiğimi bilseydi." demek istemiyorum. Sevdiğim insana sevdiğimi söylememişsem, öpmemişsem, sarılmamışsam sevmemin ne anlamı kalır ki? Bazen bu davranışlarımın karşılığını alamayıp üzüldüğüm de oluyor. İşte bu sebeple, sevgi dolu kalbim hem en büyük armağanım hem de en büyük lanetim.
"İyi ki varsın" diyorlar bana. "Hep var ol" diyorlar. O insanlara şunu söylemek istiyorum, hayatınızdaki yerim için minnettarım. Bana doğru bir hayat sürdüğümü, hayatımda güzel şeyler yaptığımı hissettiriyorsunuz. O yüzden de diyorum ki ""İyi ki varım." ve "İyi ki doğmuşum."

29 Kasım 2012 Perşembe

Hayaller Kurarız



Çok sevdiğim anime karakteri '' Hayaller, sen onları gerçekleştir diye vardır.'' der.
Evet hayal kurmak gerekli, peki yeterli mi?
Herkes, türlü uğraşlarla geçiştiriyor yaşamını. Kimimiz okul telaşı, kimimiz iş... Kimimiz aşk acısıyla uğraşırken, kimimiz futbol takımının mağlubiyetleriyle, kimimiz ise aldığı kilolar yüzünden tasalanıp duruyor sürekli. Bazı günler hayaller kurarken bazı günler bu hayallerin çok uzağında kapılıp gidiyoruz hayatın buğusuna. Gün geliyor, an geliyor düşünüyorum. Düşünüp duruyorum, nereye gidiyor yaşamlarımız diye? Bu koşuşturmanın, kurduğumuz hayallerin bir sonu var mı diye? Belki de birçoğumuz o hayalleri asla gerçekleştiremeden veriyoruz son nefeslerimizi. Sadece şanslı olan birkaçımız durmak istedikleri o noktaya varabiliyor.
Yine de; ne yapıp edip, en azından hayatlarımızın bir köşesinde istediğimiz noktalarda durmayı hak etmiyor muyuz? İyisiyle kötüsüyle, azıyla ya da çoğuyla verilmiş emeklerimiz var ortada. Yüzümüzü gülümseten amaçlarımız var. İster bir spor dalıyla uğraşmak olsun bu, ister görmek istediğimiz bir şehir, denemek istediğiniz bir kıyafet ya da... Küçük ya da büyük, her biri birbirinden değerli gerçekleştirilmeyi bekleyen hayaller. Başkaları için anlam ifade edip etmemesi mühim değil. Seni mutlu ediyorsa onu düşünmek, ona sahip olmayı diliyorsan bu kafi. Ama öyle oturduğun yerden durup düşünmekle olmuyor ne yazık ki. Emek harcamadıkça hayalden öteye gitmiyor. Hayatın koşuşturması arasında gözden kaçıp, kaybolup gidiyor zihnindeki onlarca düşünce . Tatmin olmadığın uğraşlar peşinde sen de kayboluyorsun. Hala nefes alabiliyorken, hala gerçekleştirmek için gereken güce sahipken bir yerlerden başlamak gerek. Koşamasakta, emekleyerek ilerlemek gerek.

11 Kasım 2012 Pazar

Yalnız

Hiç hayatınızı, hayatınızdaki insanları, o insanlarla yaşadıklarınızı sorguladığınız oldu mu? Sevemediğiniz, kalbinizin ısınmadığı oldu mu ya da? Hissizleştiğiniz?
İşte, bu aralar içinde bulunduğum ruh hali aynen böyle. Yalnız, bundan kastım mutsuzluk değil. Sadece hayatımı ve bu hayatı paylaştığım insanlarla ilişkilerimi çözmeye çalışıyorum. Yaşadıklarım, ilişkilerim ne kadar gerçek bilmiyorum. Hani filmlerde, kitaplarda ya da dizilerde görürüz ya o ideal ilişkileri. Arkadaşlık ya da aşk, fark etmez. Sonsuz sevgi ve sadakat, güven içinde devam ederler. Birlikte geçirilen o mutlu zamanlardan bahsedilir. Tebessümler, sarılmalar, kalplerde hissedilen o sıcaklık... Tüm bunlar sadece filmlerde olur gibime geliyor. Gerçekliğine inanamıyorum. O duyguları hissedemiyorum. Yanlış anlaşılmasın, çok arkadaşım var ve hepsi de ayrı ayrı iyi ki varlar. Yine de, derinlere indiğimde hep yalnızım gibi geliyor. Ya da  yalnız olmam gerekiyormuş gibi. En hakiki dostumun yine kendim olduğunu düşünüyorum. Kimse kimseyi gerçekten sevmiyor belki de. Hayatımıza birilerini almak, paylaşımlarda bulunmak yaşam kuralı sadece. Yüzeysel. Günün sonunda herkes yalnız. Doğarken olduğu gibi; yaşarken de yalnız, ölürken de.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Vizenin Şerri

Yaz tatili nasıl geçti anlamadan okullar geldi çattı. İlk hafta ders olmaz, bayram haftası ders olmaz diye diye koskoca 8 haftayı geride bırakmış ve vize haftasına girmiş bulunuyoruz. Peki nedir bu öğrencilerin sınavlarla alıp veremediği? Zaten derste anlatmıyor mu hocalar ne soracaklarını?  Öyle olmuyor o işler işte arkadaşım. Bazen bilmezsin ama AA ile geçersin. Bazen gerçekten bilirsin, bir bakarsın DDlerdesin. Ki, bazı okullarda DD geçmek için yeterli olabilir; ancak benim naçizane okulumda CC alamayınca geçemiyorsun. Neyse, sadede geleyim arkadaşlar, öyle ya da böyle bir şekilde bu okulları bitirmek zorundayız. Benim de içimden ders çalışmak gelmiyor, kahvemi alıp dizilerimi izlemek istiyorum. Ne bileyim, arkadaşlarımla görüşmek istiyorum, playstation oynamak istiyorum ama yok yok yok... Şu 10 günü atlatmadan rahat yüzü yok. Dişimizi sıkıp gayret edersek güzel sonuçlar elde edebileceğimize inanıyorum ben. Tanrım vizenin şerrinden korusun hepimizi. Herkese başarılar can-ı gönülden.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Latin Ateşi Yaktı Geçti



Müzik dünyasında “Latin Ateşi” olarak nitelendirilen Enrique Iglesias İstanbuldaki sevenleriyle buluştu.

24 Ekimde İstanbul Küçükçiftlik Park’ta konser veren Enrique Iglesias, konsere gelenlere unutulmaz dakikalar yaşattı.

Dünya çapında 70 milyondan fazla albüm satışına ulaşan, diğer dünya starlarıyla ortak çalışmalar yapan ve hemen hemen her parçası hit olan Iglesias, yaklaşık olarak 2 saat sahnedeydi ve sevecen tavırlarıyla dikkat çekti. Konsere saatler olmasına rağmen sıraya girmeye başlayan her yaştan müziksever, konser saatine kadar uzun kuyruklar oluşturdu.
Sahip olduğu 390 ödül ile ödül rekortmeni sayılan sanatçı, konsere “Tonight” şarkısıyla başladı. “Bailamos”, “Like It” , “Hero” gibi sevilen parçalarına da yer verdi. “Hero”  adlı parçasında sahneye çıkardığı bir seyirciye sarılması, bayan seyircilerin tepkisine yol açtı.
 15 bin  müzikseverin katılımıyla gerçekleşen konser; uzun süre akıllardan çıkmayacak gibi gözüküyor.

Kitapseverler Beyoğlu'nda Buluştu



Bu yıl 6.sı düzenlenen “Beyoğlu Sahaf Festivali” , her yaştan kitapseveri bir araya getirdi.

Organizasyonunu Beyoğlu Belediyesi’nin üstlendiği Beyoğlu Sahaf Festivali, 25 Eylül-14 Ekim 2012 tarihleri  arasında gerçekleşti .

Festivalde Ortaköy, Moda, Sarıyer, Şişli, Beyazıt, Kadıköy başta olmak üzere birçok ilçeden sahaf yer aldı. Yer alan eserler arasında romanlar, öyküler, şiir kitapları, dergiler dışında oluşumu çok eskilere dayanan gazete küpürleri, mektuplar ve fotoğraflar da bulunmaktaydı. Bu yönüyle festival; kitapseverlere, tarihe tanıklık etme imkanı da sağladı.  Ayrıca; hedefleri arasında yazarlık, gazetecilik, şairlik gibi meslekler bulunan genç insanlara da ilham kaynağı oluşturdu.
20 gün boyunca festivali ziyaret eden kitapseverler, festivalin 7.yılını da merakla bekliyor.

30 Ekim 2012 Salı

Günün Tavsiyesi


Bugün sizlere, diğer tavsiyelerimden farklı olarak bir mekan tavsiyesinde bulunacağım. Uzun zamandır yapmak istediğim  "Türker İnanoğlu Vakfı  (TÜRVAK)" ziyaretimi, yakın bir zamanda gerçekleştirebildim. Buram buram tarih kokan, sanat kokan bu yeri ertelediğim için kızdım kendime.

Bünyesinde Sinema-Tv müzesi, Tiyatro Müzesi ve Ulvi Uraz Sanat Kitaplığı bölümlerini bulunduran vakıf, ne yazık ki hak ettiği ilgiyi göremiyor. Ziyaretimizi pazar günü yapmış olmamıza rağmen, benim ve arkadaşım dışında kimseler yoktu. Zannediyorum bunun nedeni, gerekli reklamın yapılmıyor olması. Zira ben de, internetteki başka bir arayışım vasılasıyla farkına varmıştım bu sanat yuvasının.



 Vakfın en cezbedici yönlerine değinmem gerekirse; içeriye adımınızı atar atmaz o eşsiz atmosfere kolayca adapte olmanızı sağlayan Türk Sanat Müziği eserlerine öncelik tanımalıyım. Bir yandan afişlere, fotoğraf makinelerine, kostümlere hayranlık duyuyorken bir yandan da bu notalar eşliğinde mest oluyorsunuz. Ardından; senaryo, afiş gibi yazılı materyallerin tarihi kokusuna kendinizi kaptırıyorsunuz. Sararmış sayfaları sizi, içinde bulunduğunuz zamandan çok daha öncesine götürüyor. Bal mumu heykelleri de unutmamak gerekiyor. Adile Naşit, Ayhan Işık, Sadri Alışık, Muhsin Ertuğrul gibi ustaların heykelleri o kadar inandırıcı duruyordu ki emin olmak için yanaklarına birkaç cimdik atmam gerekti.

Bu muhteşem atmosfere, unutulmaya yüz tutmuş tarihimize tanıklık etme fırsatını kaçırmayın derim. Vakfın içeriği ve iletişim ile ilgili bilgiler edinebileceğiniz linki alt kısma yazıyorum. Hatırlatmak gerekirse, biletler öğrencilere sadece 5 lira.

http://www.turvak.com.tr/




29 Ekim 2012 Pazartesi

İlk Aşk



Her şeyinizle teslim olduğunuz bir adam düşünün. Kayıtsız şartsız güvendiğiniz, kendi canınızdan çok sevdiğiniz, yaptıklarını taktir ettiğiniz, örnek aldığınız, hayran kaldığınız...
Bilirsiniz ki, o adam sizi çok seviyor. Sevmenin ötesinde güveniyor, inanıyor, saygı duyuyor. Onun yanında çok mutlusunuz, huzurlusunuz. Kendinizi kollarına bırakıp gözlerinizi kapattığınızda, sanki tüm dünya duruyor. O adam; en büyük şansınız, kahramanınız, ilk aşkınız, belki de son aşkınız... O adam; benim için babam. Varlığına şükürler ettiğim, gülümseyişiyle içimi aydınlatan, üzüldüğünde kalbimin dağlandığı adam.
Her şeyden önce; şu an kendimde en sevdiğim yönlerin çoğunu babama, onu örnek alışıma borçluyum ben. Kimseye muhtaç olmamayı, minnet duymamayı, kendi kendime yetebilmeyi babamdan öğrendim.  Başkalarının iteklemesiyle geleceğim anlık mertebeler yerine, kendi emeklerimle sahip olacağım sağlam mertebeleri  tercih etmeyi ve kendi ellerimle sahip olduklarımı kimselerin ellerimden alamayacağını...
Samimi olmayı da ondan öğrendim sonra. Sevdiğin insanların yanında yer alırken, sevmediklerine yapmacık sevgiler göstermemeyi. Hala onun kadar aşamamış olsam da bir şeyleri, rahatsız olduğum durumlarda sesimi çıkarmayı ondan öğrendim.
Bunların dışında, en mutlu olduğum noktaysa; sanırım bana güveniyor olması. Beni bir birey olarak, "ben" olarak kabul ediyor olması. Beni herkese karşı savunması. Bana "Sen kendi kararlarını verebilecek yaştasın." demesi ve beni kendine bir kez daha aşık etmesi. Evet, ben aşığım babama. Biliyorum, ona verdiğim değeri, ona karşı duyduğum hayranlığı başka hiçbir adama gösteremeyeceğim de. Tamam kabul, sevmediğim yönleri de var. Ama; kendimde bile sevmediğim yönler varken bunu nasıl sorun edebilirim ki?

23 Ekim 2012 Salı

Net



İyi bir insan olmanın koşulu nedir? Ne zaman iyi bir insan oluruz? Sustuğumuz zaman mı? Çevremizdekileri sürekli pohpohladığımız zaman ya da? Her zaman kabullenici olabiliriz. Her şeyi alttan alabiliriz. Hiç kimseyi kırmamak adına küçük birer tebessümle geçiştiririz yaşananları. Donuk donuk bakan gözlere bakıp “seni seviyorum” deriz. İtildiğimiz halde sarılırız. Yanlış bulsakta yadırgamayız. Karşılığını alamadığımız halde saygı duyarız. İyi birer insan olduk mu dersiniz? Hayır. Böyle yaparak sadece ahmak insanlar olabiliriz. Denedim, oradan biliyorum. Evet, bu kadar fedakarlığı yaptım hayatımdaki birçok insan için. Sonra durdum, arkama baktım. Hiçbir şey kazanamamışım. Elimde sadece göz yaşları, hayıflanmalar, stres, sorular, mide bulantıları... Kendimden verdikçe, kendime kalmamışım meğer. Tükenmişim, yorulmuşum. Mutlu etmek adına ben mutsuz olmuşum. Ama öğrendim. Mutlu olmanın koşulunun, önce mutlu olmak olduğunu. Başkalarını sevmeden önce kendini sevebilmen gerektiğini öğrendim. Başkalarından saygı beklemek yerine, önce kendine saygı duyman gerektiğini. Böyle daha güçlü olabildiğini, böyle iyi hissettiğini... Dahası; iyi insan olmanın sorunları çözmediğini öğrendim. İyi bir insan olmanın öncesinde, doğru insan olman gerektiğini. Doğru olanı yapmak adına gerektiğinde kalp kırman, sesini yükseltmen  ya da vurdumduymaz olman gerektiğini öğrendim.  Arkama dönüp baktığımda, hayatımı zora koştuğumu fark ettim. Kendimi zorladığımı gördüm. Mutlu etmek, belki de mutlu ettiğimi sanmak adına içimden gelmeyen davranışlar sergilediğimi, bu uğurda kendimden vazgeçtiğimi gördüm. Ama toparladım. Akışına bırakmayı denedim ve inan böylesi çok daha güzel. Aklından geçenleri söylemek, hissettiğin şekilde davranmak... Kimseye hesap vermek zorunda değilsin, kendini kötü hissetmek zorunda değilsin. Kim ne derse desin, inandığın yönde hareket ettin ve bu sensin. İyi yönlerinle, kötü yönlerinle... Doğrularınla ya da yanlışlarınla bu sensin. Belki mükemmel değilsin ama gerçeksin. Yaptığın her davranış sana ait, ağzından çıkan kelimeler de öyle. Her şey net. Pürüz yok, perdeler yok, hislerini gömdüğün o derin çukurlar yok. Mutlu olabilirsin çünkü iyi bir insan olmaya çalışmak yok artık. Sadece sen varsın. İyi ki varsın.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Yol Ayrımı



Bir insanla tanışırsın. Oturursun, yemek yersin, sinemaya gidersin, alışverişe gidersin... Zamanla arkadaşın olur. Ardından dostun. Hayatının vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Yaşadıklarını onunla paylaşmadan için rahat etmez, ona danışmadan karar alamazsın. Onu çok fazla seversin.
Aradan yıllar geçer. O insanı yine  çok seviyorsundur ama; eksiktir bir şeyler. Onunla paylaşımda bulunmak gelmiyordur içinden. Çünkü; artık seni dinlemiyordur eskisi gibi. Öte yandan, onun anlattıkları da sana hitap etmemeye başlamıştır. Susmadan, yorulmadan, deli gibi konuştuğun insanla; şimdi sadece nezaketen konuşmaya başladığını fark edersin. Ne zaman bu kadar uzaklaştığınızı sorgularsın. Ya da neden?  Hayata bakışınızı bu kadar farklılaştıran, düşünce yapınızı bu kadar ayıran sebep neydi çözemezsin bir türlü. Cevabı bulamasan da, seni çözüme kavuşturacak soru bellidir. Evet, çok seviyorsundur ama; bu yeterli midir?

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Ambalaj


“Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde, ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?”  Kürk Mantolu Madonna

Bu çok sevdiğim kitabın, çok sevdiğim paragrafı anlatıyor aslında ne kadar büyük yanılgılar içinde olduğumuzu. Tanımadığımız insanların bilmediğimiz hallerine nasıl da gelişi güzel yakıştırmalar yapıyoruz. Sadece mutlu diye, eğleniyor diye, ya da sessiz sakin kalmayı seviyor diye... Hiç sorgulamıyoruz. Sebebini merak etmiyoruz. Sadece yargılıyoruz. Daha kolay geliyor çünkü bu. Bir insanın iç dünyasına adım atmaktan korkup; onu dışlamak, “öteki” yapmak daha mutlu hissettiriyor kendimizi belki de. En iyi yaptığımız şey bu çünkü değil mi? Daha iyi yapabildiği şeylere sahip olamayan, kendine bir hedef edinememiş ve ordan oraya savrulan insan, yargılayarak kendi acizliğini kapatmaya çalışır. Ne bir kazanım var ortada, ne bir amaç. Kendi konumunu gözden geçirme gereği duymaz ama. Ona göre kendisi mükemmeldir, başarılıdır, sosyaldir, yeteneklidir. Dışardan baksa, o yargıladığından daha aciz durumdadır, ama işte özeleştiri yapacak yeteneği bile yoktur. Bununla ilgili şöyle der Bob Marley;
“Parmağınla beni işaret etmeden önce, ellerinin temiz olduğundan emin ol.”
Kim uğraşacak oysa ki?  Ambalaja aldanmayıp, içindekini görmeye çalışmak kimin umurunda? 

Günün Tavsiyesi


“Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)” ; bitirdikten sonra “Neden okumak için bu kadar geç kalmışım?” diye hayıflandığım, tekrar tekrar okuma isteği uyandıran bir kitap. Okurken bir yandan devamını merak edip hızlı olmaya çalışırken, diğer yandan sonunun yaklaştığını ama daha doyamadığınızı hissettiriyor. Kitabın 2 çok önemli mesajı var; bunların ilki önyargılarımızı nee kadar kolay savurduğumuz ve bunun ne kadar yanlış olduğu. Diğeri ise, sahip olduklarımız için mücadele, onlar hala hayatımızdayken değerini bilmemiz gerektiği. Yaklaşık 60 sayfalık kısımda Rasim adlı gencin, yeni işyerinde tanıştığı Raif Efendi hakkında yorumlarına yer verilmişken, geri kalan kısım Raif Efendi’nin büyük aşkı Maria Puder ile ilişkisini anlatıyor. Sonuna gelipte kapağını kapattığınızda ise içinizde bir burukluk “Böyle olmamalıydı.” diyorsunuz. Benim gibi pişman olmak istemiyorsanız gidin en yakın yerden alın ve bu harika kitabı zaman kaybetmeden okuyun.

24 Ağustos 2012 Cuma

Ödün


Çok insanlar tanıdım, sevdikleri için kendinden geçecek,  kendi hayallerini feda edecek, benliğini ölüme sürükleyecek. Çok insanlar tanıdım, sevgilileri için diğer sevdiklerini arkada bırakabilecek... “Sevmek kötü bir şey mi?” diye soracaksınız şimdi siz bana. İnsanın hayatında “sevgilim” dediği insan önemli olmamalı mı? Tabi ki olmalı. Ama; ne uğruna? Ne uğruna hayatına dahil etmeli insan sevgiliyi? Ne uğruna kimlerden vazgeçmeli? Ne uğruna kendinden vazgeçmeli? Ne kadar çok soru soruyorum değil mi yazılarımda? Soruyorum evet, çünkü ancak sorguladıkça öğrenir insan. Kendini sorgulayarak, yaşadıklarını sorgulayarak farkına varır. Sorguladıkça aralanır önündeki o flu pencere. Ne demiştik? Ne uğruna sevmeli insan? Bence, her şeyden önce kendi benliğini yıkmadan sevmeli. Çünkü; domino taşları misali, bir kere yıkıldı mı insan, bir kere kendinden vazgeçti mi değer verdiği diğer her şey de beraberinde gelir. Önce kendisi, sonra hayalleri, arkadaşları... Hiç “arkadaşımı satmam” tartışmasını yapmayın şimdi kendinizle. Kendinden vazgeçen insan arkadaşını düşünür mü? Burada sorun arkadaşı kaybetmekte değil. Burada sorun eylemlerinizi kimin şekillendirdiği. Kendi kararlarınızı hala kendiniz verebiliyorsanız hiç sorun yok. Zira, sizin için neyin iyi olduğuna karar verebilecek yetkinliktesinizdir. Ama; kararları artık siz vermiyorsanız, sorgulamıyorsanız ve daha da kötüsü sorgulamanız gerektiğini unuttuysanız ortada çok büyük bir sorun var demektir. Sevmek, çok güzel bir duygu. Belki de en güzeli. Ama sevmek, kendinizi de hala sevebiliyorsanız çok güzel. Onunla beraber eksilmek yerine artabiliyorsanız, hayatınızdan alıp götürmek yerine mevcut olanlara fazlasını ekleyebiliyorsa, aynaya baktığınızda gözlerinizin içi gülüyorsa ve daha güzel gözüküyorsanız kendinize, yanyanayken kendinizi sınırlandırmak ya da davranışlarınızı planlamak zorunda hissetmiyorsanız... Zaman geçipte aynaya tekrar baktığınızda sönmüşse o gözlerinizdeki ışık, elinizde ondan başka kimse kalmamışsa, siz siz olmaktan çıkmışsanız; mutlu olduğunuzu söyleyemezsiniz. En azından benim için mutluluktan çok uzak bir durum bu. Koskoca hayatımda tek bir kişiye bağlıyorsam sevinçleri; bu mutluluk değil eldekiyle yetinmektir. Mutluluğuma mutluluk katacak daha birçok sebep varken onlara uzaktan iç çekmektir.

14 Ağustos 2012 Salı

Günün Tavsiyesi

Yine benden bir film önerisi ve yine eski bir film. Herkesin bir tarzı vardır n'apalım :)
Bu seferki filmimiz 1997 yapımı bir ABD yapımı "Liar Liar (Yalancı Yalancı)". Başrolünde Jim Carrey oynuyor. Genelde filmlere, videolara çok gülen bir insan değilimdir ama bu filme kahkahalarla eşlik etmiştim. Carrey'in canlandırdığı Fletcher Reede, başarılı bir savunma avukatıdır. İşinde ve özel hayatında yalanlar söylemeyi alışkanlık haline getirmiştir. Ta ki bu durumdan sıkılan oğlu, artık dürüst olmasını dileyene kadar. Bu dilekten sonra hiçbir şekilde yalan söyleyemeyen Reede'yi zor anlar beklemektedir. Arkanıza yaslanın ve tadını çıkarın

Sevgili



Genç kadın tek başına oturuyordu barda. Öyle çok fazla da insan yoktu zaten etrafında. Rahatça düşünebiliyordu. Ne istediğini biliyordu aslında genç kadın. Bir o kadar da bilmiyordu. Hayal edebiliyordu en azından. Ama hayal etmek yetmiyordu. Öyle bir karmaşanın içerisindeydi işte. Aklında türlü türlü düşünceler... O, karar vermeye çalışıyordu. Derken yakışıklı genç adam oturdu hemen bitişiğindeki sandalyeye. Biraz daha yaklaştırdı kendini genç kadına. Yanağının kulağına yakın kısmına küçük, kuru bir öpücük kondurdu. Sonra gözlerinin içine baktı kadının. En içine. Gülümsüyordu sanki genç adam. Belki ağzı bile yoktu ama. Olmasına da gerek yoktu. Konuşmasa da olurdu. Gözleri her şeyi anlatabiliyordu. Söylenebilecek tüm kelimeleri fısıldıyordu. Tüm gülücükler de oradaydı. “Bana güvenebilirsin” diyordu bu gözler. “Bana inanabilirsin,seni asla incitmem. Asla yarı yolda bırakmam.” Kadın koşulsuz şartsız inanıyordu bu genç adama. Yargılamaya,sorgulamaya lüzum yoktu. Sonra bir ses duyuldu dışarıdan bir yerlerden. Ne kadar ertelemeye çalışırsa çalışsın kadın, olmadı. Telefonun alarmına daha fazla karşı koyamadı. Kalktı yataktan. Hazırlanıp evden çıkmalıydı.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Şeffaf


İçinde tarifi zor bir öfke. Nedenini bilmiyorsun; ne kadar derin çekersen çek nefesini, yine o boğuluyormuşsun hissi. Yorgunsun. Ama; bu fiziksel bir yorgunluk değil. Yorgunsun çünkü çok fazla insan var hayatında. Yorgunsun çünkü çok fazla hayat var hayatında. Bu kötü bir şeymiş gibi söyledim değil mi? Arkadaşların olması kötü bir şeymiş gibi? Benim de çok fazla arkadaşım var evet, ama ben de yorgunum. Yorgunuz çünkü birçok farklı karaktere, birçok farklı davranışa yer veriyoruz hayatımızda. Bunların hepsi taktir ettiğimiz türden olmayabiliyor. İçimizden ayıpladığımız olabiliyor, hoşlanmasakta tebessüm edip geçebiliyoruz. Doğrusu geçtiğimizi sanıyoruz. Geçtiğimizi sandığımız her memnuniyetsizlik yorgunluğumuza ek olarak bize geri dönüyor. O insanları sevdiğimiz, incitmek istemediğimiz için de katlanıyoruz. Katlanmak zorundaymış gibi hissediyoruz. Onlar bizim rahatsız olduğumuz davranışları yapmaya devam ederken biz de ezildikçe eziliyoruz kendi içimizde. Tarifsiz bir öfkeyle doluyoruz. Neden bu kadar müsamaha gösteriyoruz peki? Neden huzursuzluğa sürüklüyoruz kendimizi? Ben artık bunu yapmaktan vazgeçtim. Sevmek yeterli değil çünkü. Saygı duymak hem ilişkilerimizin huzuru için hem de ruh sağlığımız için daha önemli. Saygı duymadığımız davranışlara ses çıkarmamız gerek. Ne kaybederiz? Arkadaşlığımızı mı? En azından dürüst olmuş oluruz. Dürüstlüğümüz sonucunda devam eden arkadaşlıklarımız da öncekinden çok daha sağlam olur.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Günün Tavsiyesi

Tavsiyede bulunmadan önce, tahminde bulunuyorum ki bu filmi duymayanınız pek yoktur. İzleyenler de büyük çoğumluktadır. Hiç duymayan ya da izlemeyen varsa da diyeceğim tek şey var; çok büyük şeyler kaçırıyorsunuz. Günün tavsiyesi bu denli büyük bir film işte; "The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli)" .
 Filmimiz 1994 yapımı bir Stephen King uyarlaması. Haksız yere mahkum edilen bir adamın hikayesini, hapishanede kurduğu ilişkileri esas alan filmin başrollerinde Tim Robbins ve Morgan Freeman var. Filmi izlemek için Morgan Freeman'ın oynaması bile yeterli, zira ben onun adı geçen filmi tereddütsüz izlerim. Filmi izleyince kendi kendinize hayret edeceksiniz. Böyle bir hikaye ortaya çıkarmak herkesin harcı değil çünkü, büyük bir zekanın ürünü. Oyunculuklar, kurgu her şey muazzam. Tamamlamadan IMDB tarafından gelmiş geçmiş en iyi film seçildiğini ve tüm türler arasında da  dünyanın en beğenilen ilk üç filmi arasında olduğunu belirtmekte fayda var.

Olmak ya da Olmamak


Annem hep der ki; “Ne olursan ol, en iyisi ol.”
Olmak? Neye göre, kime göre? Ne zaman olmuş oluruz?
Aklımızı kurcalayan birçok soru var değil mi? Neden kendimizle ilgili bir karar alırken bu kadar çok düşünürüz peki? Neden istediğimiz şeyi belirleyip hemen uygulamaya geçmeyiz?  Cevap çok açık. Çünkü; kendi hayatlarımızı başka hayatlara çok bağlıyoruz. Desteklenmeyi, sevilmeyi, değer görmeyi; kendimizi sevmeye, kendimizi değerli görmeye tercih ediyoruz. Mutlu olmanın koşulunu diğer insanlar tarafından kabul görmeye bağlıyoruz. Ama bu yanlış. Hem de çok yanlış. Biz kendimize değer vermezken, kendi kararlarımızı kendimiz veremezken diğerleri neden bu kadar umrumuzda? Çünkü; korkuyoruz. Dışlanmaktan, yalnız kalmaktan, kabul görmemekten korkuyoruz. O kadar korkuyoruz ki ne olmak istediğimize değil, ne olmamız gerektiğine odaklanıyoruz.
Gazetecilik okumak istediğimde ben de çok karşılaştım bu tepkilerle. Gerek arkadaşlarım, gerekse akrabalarım tarafından çok defa motivasyonum kırıldı. “Gazetecilik okuyup ne yapacaksın? “ , “Tatilin yok, doğru düzgün iznin yok,çalışma saatlerin belli değil.” , “Öğretmen olmak varken gazetecilik mi okunurmuş?” ...
Sonra annem geldi ve dedi ki “Ne olursan ol, en iyisi ol. İster gazeteci ol, ister öğretmen ya da başka bir şey. Eğer; yaptığın işi gerçekten seviyorsan ve onun için mücadele edersen eninde sonunda başarıya ulaşırsın. Yeter ki sahip olmak istediklerin için savaşmayı bil.”
Cevap yine çok açık. Düşünsenize, sırf istenildiği için kararlar alıyorsunuz ve kısa vadede başarılı da oluyorsunuz belki. Sonrası? Tüm hayatınızı sevmediğiniz, mutlu olmadığınız alanlarda uğraşarak harcıyorsunuz. Belki de bir zaman sonra mücadele etme gücünüz kalmıyor ve sevdiğiniz alanlara yöneliyorsunuz. Arada kaybettiğiniz zamanı nasıl telafi edeceksiniz?  Sevdikleriniz için mücadele ederken de yorulabilirsiniz elbette. Sevdiğiniz meslekler, sevdiğiniz insanlar, sevdiğiniz sporlar,hobileriniz... Ama en azından daha katlanılabilir gelecek gözünüze. Çünkü; onu siz istiyorsunuz ve karşınıza çıkan zorluklar sizi diğer seçenekler kadar yıpratmayacak.
Bırakın size söylenenleri, dayatılmak istenenleri. Ne olmak istediğinize karar verin ve bu yolda ilerleyin. Var olmanızın koşullarını yalnızca kendiniz belirleyin.

3 Ağustos 2012 Cuma

"Biri"


Her insanın hayatında; yaşadığını hissettirecek, yaşadığına şükrettirecek, onu çıkmazlardan kurtaracak biri vardır.
Bu biri bazen konuşmaya en ihtiyacınız olan kişidir. Duygularınızı artık içinizde tutamayıp paylaşmak istediğinizde ilk aklınıza gelendir. Onun söyleyecekleri; karar vermenizde,doğruları ya da yanlışları görmenizde çok etkilidir. İşin içinden çıkamadığınızda bir telefon kadar uzağınızdadır.
Bazense yanında saçmalamak istediğinizdir. Mantıklı davranmak zorunda değilsiniz, kibar olmak zorunda değilsiniz. Müzik açıp saçma sapan dans edebilirsiniz, ona ağzınıza gelen küfürleri edebilirsiniz sonra da karşılıklı gülersiniz. Bu biri stresinizden arınmak için birebirdir. Anne/baba figürüne bürünen birileri de olabilir hayatınızda. Bana küçük kızıymışım gibi davranan birileri olduğu gibi. Korumacıdır bu biri, başınıza gelebilecek kötülüklerden uzak tutmak ister. Küçük çocuğuymuşunuz gibi agucuk gugucuk sever. Rüyasında sizi kötü bir şekilde görüp soluk soluğa arayarak iyi olduğunuzu öğrenmek ister.
Başka bir biri daha olabilir hayatınızda, kendisinden birçok şey öğrenebileceğiniz. Yeni kitaplar, yeni filmler, yeni akımlar kısaca yeni dünyalar tanıyabileceğiniz. Size hitap eden bu yeniliklerle daha sağlam bir “kendim” olgusu oluşturabileceğiniz.
“Biri” bazen tek kişiyi ifade ediyorken sizin için, bazen farklı bedenleri ifade edebilir. Her iki durumda da herkesin hayatında sahip olduğu ve kaybetmenin eksik hissettireceği biri mutlaka vardır.

Günün Tavsiyesi


"Bir, iki... Freddy bulacak seni
Üç, dört... çabuk git kapını ört
Beş, altı.... yanından ayırma haçı
Yedi, sekiz.... bu gece uyuma deriz
Dokuz, on... Freddy geri dön..."    dizelerinden anlaşılacağı gibi bugünün tavsiyesi "A Nightmare On Elm Street (Elm Sokağında Kabus)". Şunu en başta belirtmeliyim ki kendisi kült filmler listelerinde oldukça üst sıralardadır ve korkusever olun ya da olmayın ölmeden önce bu filmi izleyin. Şahsım adına konuşmam gerekirse, eski yapım filmleri daha çok seviyorum. Yüksek teknolojinin bulaşmadığı, görsel efektlerin çok yaratıcı olmadığı ve düşük çözünürlüklü yapımlar bana daha samimi geliyor. Duyguyu daha iyi hissettirebiliyor. Öteki türlüsü biraz yapay sanki. Neyse, film 1984 yapımı olması sebebiyle de tercih sebebi benim için. İlkokulda, karanlık odada tek başına izlediğim kahramanımız Freddy Krueger, beni korkutmanın aksine çocukluk kahramanım olma ünvanına sahiptir.
Krueger, yaşadığı dönem içinde çocuklara türlü işkenceler ve sapıklıklar yapan bir psikopattır. Çocuklarına yapılanları öğrenen veliler, bu sapık adama cezasını kendileri vermek isterler. Bir otoparkta onu köşeye sıkıştırıp yakarak öldürürler. Oysa bilmiyorlardır ki onun için ölüm sadece bir başlangıçtır. Yıllar sonra Krueger; cehennemde daha da zararlı hale gelen bir ruh olarak, ölümüne sebep olan insanların yaşadığı yerde yani "Elm Sokağı"nda, gençlerin rüyalarına girer ve türlü işkencelerle öldürür. "A Nightmare On Elm Street" adı altında 7 filmin dışında, "Freddy vs Jason" ile 2010 yapımı yeniden çevirim "A Nightmare On Elm Street" filmleri de bulunmakta. Modern zamanın birçok korku filminde de göndermeler yapılması, filmimizin korku filmi sektörünün can damarlarından biri olduğunu göstermekte.
Evet,şu an izleyince büyük ihtimalle korkmayacaksınız. Eleştirebileceğiniz birçok çekim hatası ile de karşılaşabilirsiniz. Ya da basit gelebilir gözünüze. Ama yapmayın 1984 yapımı bir filmden bahsediyoruz. O zamanki imkanlarla daha iyisini çıkartamazlardı karşınıza.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Lise Komedisi


“Nasıl geçti habersiz, o güzelim yıllarım
Bazen gözyaşı oldu, bazen içli bir şarkı...”


Bugünkü yazım; üstteki dizelerden de anlaşılacağı gibi kaynağını geçmişten alıyor. Geçmişe özlemden. Bahsettiğim geçmiş ise “lise yılları”.
Yazıyı yazmamda belki de en büyük etken dün üstüste izlediğim iki lise komedisi filmi. Büyüdüğümü hissettim, bir zamanlar lanet ettiğim o günlere artık dönemeyecektim, ütülemeye üşendiğim o üniformayı artık giymiyordum, sabahki zoraki uyanmalar yoktu, makyaj yapmak bile zevkli değildi Ayten Hocaya yakalanma korkusu olmadan...  Evet; benim komedimin hayat bulduğu yer “Ümraniye Lisesi”ydi. Nefret ettiğim Ümraniye ilçesinin en ana caddelerinden birinin üstünde, kızlarının Ümraniye lise modasını oluşturduğu, erkeklerinin kasım kasım kasılıp okul bahçelerinde modelvari yürüyüşleriyle tanındığı, kavgasız haftasının olmadığı, derse girmeden önce sıra olurken bile büyük eğlencelere ev sahipliği yapan canım okulum.
İlk gün okula gitmeye utandığımı hatırlıyorum. O kadar güzel kızlar, o kadar yakışıklı erkekler vardı ki girişte. Ben daha çocukluğu pürüzlenmemiş, ayakları yere sağlam basmayan bir küçük kızcağız. Herkes öylesine emindi ki kendinden  benim okula girmem için annemin devreye girmesi gerekmişti. Evet,  lisenin ilk günü beni okula annem götürmüştü J
Neyse ki içeriye girdiğimde ortaokuldan arkadaşlarımı bulmuştum da ürkekliğimi çabuk atlatmıştım. Bilenler bilir, lisede birkaç kişilik arkadaş grubuna sahip olmak büyük bir armağandır. Daha güçlü, daha yenilmez, daha güzel ya da daha yakışıklı hissedersin kendini. Zamanla o arkadaşların bazıları daha da çok yer eder kalbinizde, bazıları ise yerini daha sağlam arkadaşlara bırakır. Birlikte aşk acısı çektiğiniz, birlikte eğlendiğiniz, birlikte kurallara karşı gelmeye çalıştığınız, birlikte cezalandırıldığınız, birlikte kıskandığınız, birlikte yaşadığınız arkadaşlarınız.
Lise demek öğrenmek demek, isyan etmek demek, kendini kabul ettirme çabası demek, acı çekmek demek.

“Liseye gitmek istemiyorsun ama, en güzel acılar lisede çekilir. Kaçıracağın onca acıyı düşün.” Der yeğenine Frank “Little Miss Sunshine”da.

Bir düşünsenize ne kadar acıklı günler yaşamışız cidden. En büyük derdimin sevdiğim çocuğun yeni kız arkadaşı olduğunu zannederdim. Onunla geçireceğim bir günü, hayatımın geri kalanına yeğelerdim. Zaten, o zamanlar şimdiki kadar kendiyle barışıkta değildim, ağlamalarla zırlamalarla başetmeye çalışırdım o büyük acımla. Arkadaşlarım da aşıktı benim gibi. Bazısı haftada bir sevgili değiştirirken, bazısı  benim gibi yıllarca aynı insana sadık kalmıştı. Kısaca hepimiz aşıktık o dönem. Bir de işin en komik kısmı isim takmalar vardı. Gerek arkadaşlarımıza gerekse sevdiğimiz insanlara taktığımız isimler, yıllar sonra bile popülaritesini korumakta. Sevdiğim insan kırmızı mont giyiyor diye “Kırmızı Pırıltı” dediğimi hatırlıyorum. O zamanlar “Kopuk, Keş, Hurdacı, Piko” diye seslendiğimiz arkadaşlarım ise ayrı bir dünya. Hala aramızda geçer bunların esprisi. Nasıl geldim bu günlere inanın bilmiyorum. Nasıl da geçti göz açıp kapayıncaya kadar koca 4 sene?


Çok özlediğim için, hatırlamak ve hatırlatmak istediğim için biraz uzun oldu bu sefer. Şunu da söyleyip bitirmek istiyorum, lise hayatınız pişmanlıklarla dolu olmasın. İçindeyken çok cazip gelmeyebilir; ama sonrasında burnunuzun direği sızlıyor inanın. Keşke diyorum tekrar dönsem daha çok emin olsam kendimden, gidip açılsam o sevdiğim insana,  o zaman korkup yapmadıklarımı yapsam... Yine de her şeyiyle yaşanmaya değerdi o günlerim. Mutlu sonla bitti benim lise komedim.

Günün Tavsiyesi

Yıllar önce okuduğum, tadı damağımda kalan, şu an olsa yine aynı heyecanla okuyabileceğim harika kitap. Uyumayı, yemeyi, arkadaşları unutup bir günde bitirmiştim.
Kendi adıma, bir şey okurken ya da izlerken; gerçek dünyadan kaçıp nefes alma imkanı veren hikayeleri seviyorum. Daha farklı dünyalar, alternatif seçenekler, sahip olduğumuz hakimiyet alanları...
Bu kitapta bu bakımdan benim için harika bir yanıt.
Konusu şöyle; modellik yapan genç kadın kabuslar görmeye başlar. Derin araştırmalar sonucu reenkarnasyon yaşadığı ortaya çıkar ve bunu çözmek için uzun ve zorlu bir süreçten geçer.
Umarım seversiniz.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Günün Tavsiyesi


Carte D'or Çikolatalı Sufle sadece süt ekleyerek hazırladığınız harika bir lezzet.
İçinden kek kalıplarının çıkması onu daha da pratik hale getiriyor.
Yoğun çikolata severler için ideal.Daha hafif tatlar tercih edenler ise yanında kaymaklı dondurma ile servis yapabilir.











Günaydın


Saat 05:47. Bir güneşin doğuşunu daha kaçırmışım,hava aydınlanmış.Yanımda şekersiz ve kremasız acı kahvem; beni kendime getiriyor. Kuş sesleriyle rüzgarın uğultusu ise bana eşlik ediyor. Mutluyum.
Yalnızım. Yanımda ne bir arkadaşım var ne de aşığım. Şu an sadece kendime aşığım. Çok param da yok öyle, evimin küçük balkonunda oturuyorum. Ama mutluyum, huzurluyum. Aldığım nefes, soluduğum bu tertemiz hava bana umut veriyor. Tuttuğum kalem, karaladığım bu boş sayfa bana kendimi iyi hissettiriyor. Hayatın o gürültüsünden, karmaşasından çok çok uzağım.
Zaten hiçbir zaman anlamamışımdır durduk yere hayata olmadık anlamlar üreten, kendine gereksiz dertler edinen insanları. Elindekiyle yetinmek, elindekine şükretmek varken; hep daha fazlasında gözü olan insanları. Tamam; insanların tabii ki hedefleri, gelecek ile ilgili hayalleri olmalı da bir dur bakalım. Önce bugünü yaşa, bugünün tadını çıkar. Çıkar ki geleceğe umutla bak. Hayat gerçekten o kadar kısa ki, senin dünyanı kararttığın hiçbir sıkıntıya değmez. Şimdi kalk yerinden ve sana iyi gelen ne ise onu yap. En sevdiğin şarkıyı dinle, sevdiğin bir film izle ya da ılık bir duş al... Bugünün tadını çıkar. 

31 Temmuz 2012 Salı

Günün Tavsiyesi



Eğer zamanınız varsa ve bu zamanı kendinize ayırmak istiyorsanız, işte size harika bir seçenek; "How to Make an American Quilt (Amerikan Yorganı)".
İzlerken gülümseten, hayatın değerini anlamamıza yardım eden bir yapım. Gerçi erkekler hemfikir olmayabilir, daha çok aksiyon ve gerilimden hoşlandıklarını düşünürsek. Yine de film, benim en sevdiklerimdendir ve pişman olmayacaksınız derim.
Konusu; genç yazar Finn evlenecektir. Adet gereği; aile büyüğü kadınlar bir araya gelerek, çeyiz olarak bir yorgan hazırlar. Tüm kadınlar kendi yaşamlarından simgeler işler kumaş parçalarına. O parçaları birleştirdiklerinde ise yorgan meydana gelecektir. Her kadının kendi hikayesi var ve biz bu hikayeleri zamanda geri dönüş sahneleri sayesinde görebiliyoruz. "Vaaay be,hey gidi gençlik" gibi hayıflanmaları ben çok yaşadım, sizin de yaşayacağınız konusunda hemfikirim.

En Sevdiğin


Susmak... Sadece susmak... Hayatın karmaşasına karışmadan,insanların gürültüsüne aldırmadan... Kendinle başbaşa,kendini dinleyerek,kendini severek susmak... Kelimelerle boğuşmadan, “öteki”lerle boğuşmadan, kendinle boğuşmadan susarak huzur bulmak. O çok kıymetli zamanını, biraz olsun en sevdiğine ayırıp susmak; kendine.  Tabii öncesinde “kendini sevmeyi” öğrenmek gerek değil mi? Ne demektir o? İnsan nasıl sever kendini? Ya da sevmeli mi? Kendini seven insana bencil denmez mi? Dışlanmaz mıyım toplumdan, toplumun kalıplarına uymazsam? ...
Sonuna üç nokta koyarak uzatabileceğimiz o kadar çok soru işareti var ki kafalarımızda. O kadar korkuyoruz ki kendi inandığımız, kendi istediğimiz hayatları yaşamaya. Dışlanmaktan korkuyoruz, kötü lakaplardan korkuyoruz, sevilmemekten korkuyoruz. Kabullenilmek kaygısını hayatımızın merkezine oturtmuşuz. Peki ne uğruna? Niçin bu kadar çaba?
Değmeyecek insanlar, değmeyecek zihniyetler, değmeyecek değerler için yaşamaktan vazgeçmek neden? Zaman akıp giderken sen, arkaya baktığınla kalıyorsun. Geri dönüş yok, değiştirme şansın yok. Bu hayata gözlerini kapattığında bitiyor her şey. Ama; sen hala burda oturmuş korkarak bekliyorsun. Kendin için hiçbir şey yapmayarak, yaşamayarak bekliyorsun ölümü. “Acaba ne der?” korkusuyla yaşamadığın her gün “yaşamadığın günler” olarak kalacak. Korktuğun hiçkimse de seninle o pişmanlıkları, hayıflanmaları, gözyaşlarını paylaşmayacak. Bu senin hayatın ve yararı da zararı da sen belirleyeceksin. Güzel şeyler yaparak mutlu olurken, hatalarınla mutsuz olacaksın belki. Ama kime ne? Hata senin hatan. Sadece senin. Kontrol senin elinde. Hesap vermek zorunda değilsin, mutlu etmek zorunda değilsin. Sen mutlu musun, kendini seviyor musun? Sorman gereken sorular bunlar. O çok sevdiğin insana anlat onu ne kadar çok sevdiğini, başbelası arkadaşından kurtul, vitrinde aşık olduğun ama giymeye çekindiğin o elbiseyi al, saçlarının rengini değiştir, küfür etmek istiyorsan et, gülmek istiyorsan gül... Doğru ya da yanlış sadece seni ilgilendirir. Yanında olmuyorlar mı? Bırak olmasınlar. Zaten seni sevenler, seni “sen olduğun için” sevenler seni asla bırakmaz, inan.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Günün Tavsiyesi


  Madem ki arkadaşlıkla ilgili bir yazı yazdık, şarkımız da onunla alakalı olsun dedim. Benim en sevdiklerimdendir.

Biraz Her Şey




Fonda hafif melodiler eşliğinde karşımda boş ekran doldurulmayı bekliyor. Kendimi en huzurlu hissettiğim anlardan biri. Kendimle başbaşayım. Sessizce benim birşeyler anlatmamı bekleyen bir dostum var ve ona istediğimi  anlatmakta özgürüm. Tüm gerginliğim bir anda uçuveriyor. İş yorgunluğu, kalp kırıklıkları, uykusuzluk...

Yazmak; benim için hep en derinlerde büyük öneme sahip olmuştur. İlkokulda günlük yazarak başlayan bu maceram; ortaokul ve lisede boş kağıtlara karalanan denemelere, üniversitede ise klavyemin harfçiklerine büründü.  Bu da yeterli gelmeyince oturdum ve dedim kendime, “Madem karalıyorum kendimce birşeyler, belge olarak kalacağına blog açayım da orda kalsın”.  Ne bir fenomen olmak amacım, ne kitaplar çıkarmak... Sadece rahatlamak,kafa dağıtmak. Adını da benden bir sürü şey barındıracağı için “biraz her şey” koydum. Her şeyden biraz biraz... Bir gün en sevdiğim filmi anlatabilecekken yazılarımda, diğer gün canımı acıtanlara sitem yapabilecektim ya da sadece konuşmak isteyecektim. Şu anki gibi...
Başka yeteneklerim (ya da yetenek demek fazla kaçabilir), başka ilgi alanlarım olmasını da çok isterdim. Şarkı söyleyebileyim isterdim mesela, enstruman çalabileyim, spor yapabileyim... Olmayınca olmadığının farkına varıp elimi ayağımı çektim sonrasında. Ama şuna inandım;  herkesin içinde ortaya çıkmayı bekleyen, geliştirilmeyi bekleyen bir yeteneği var. Kendini iyi hissetmesini sağlayan, kendi olabilmesini sağlayan, huzur bulmasını sağlayan birşeyler var. İnsanların taktir etmesine gerek yok, sizi alkışlamasına gerek yok,kimseye birşeyler ispat etmek zorunda değilsiniz. O şeyi yaparken kendinizi iyi hissediyorsanız yapın. Sıkı sıkı sarılın ve sakın bırakmayın! Kendi hayatınızı, kendinizi mutlu hissedebileceğiniz şekilde devam ettirin. Çok geç olmadan...

Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...