25 Aralık 2014 Perşembe

Ne dinliyorum?


Müzik dinlemek; benim için yemek, içmek kadar önemli bir aktivite. Sokakta yürürken, evi süpürürken, yemek yerken, saç düzleştirirken, hatta duş alırken bile müzik çalarım hep yanımdadır ^^
Arkadaşlık ilişkilerimde de belirleyici bir faktördür bu mesele. Ortak müzik zevkimiz ve bu doğrultudaki paylaşımlarımız daha keyifli, daha eğlenceli vakit geçirmemize yardımcı olur. Üniversite dönemindeki ev arkadaşımla (Zeynep, kulakların çınlasın karşim ^^) deli gibi müzik dinlerdik mesela. Sabah kalkar kalkmaz, favori radyo istasyonumuzun sitesini açar; öyle kahvaltı hazırlamaya başlardık. Bir yandan şarkılara eşlik eder, bir yandan da her ne yapmamız gerekiyorsa onu yapardık. Bu da kesmezse, oturup saatlerce klip izler, deliler gibi dans ederdik... Ben de bu yazımda, hayatımda bu kadar büyük yer tutan bir aktiviteyle ilgili paylaşım yapmak istedim. Ruh halime göre değişir benim dinleme listem. Sabahları daha hafif, daha sofistike parçaları tercih ediyorsam mesela, dinç olduğum zamanlar daha hareketli parçaları tercih ediyorum. Oluşturacağım listeyi, Korece ve Korece olmayan olarak ikiye ayırmam daha doğru olacak sanırım. Keza, yüzdeye vuracak olursak bu aralar dinlediklerimin büyük çoğunluğu Koreceden oluşuyor ^^ (Burada K-pop tabirini kullanmak istemedim, çünkü bu tabir; Kore müzik sektörünü ucuz bir sektörmüş gibi gösteriyor bence.)

Korece

  • Junhyung (fom Beast) - Flower 

  • Ailee - Heaven 
  • IU - The Story Only I Didn't Know

  • Big Bang - Blue
  • Taeyang (from Big Bang) - Eyes, Nose, Lips \ 1 A.M
  • T-ara - Cry Cry
  • Infinite - Back
  • Suzy - Don't Forget Me \ I Still Love You
  • Yo Seob (from Beast) - Caffeine
  • JYJ - In Heaven


Korece Olmayan

  • Christina Perri - A Thousand Years 
  • One Republic - Good Life
  • Paramore - Misery Business
  • Mor ve Ötesi - Uyan
  • Leighton Meester with Dana Williams - Dreams
  • Cyndi Lauper - Girls Just Wanna Have Fun
  • Green Day - Wake Me Up When September Ends
  • Glee - Total Eclipse Of The Heart
  • Pixie Lott - Broken Arrow
  • Blue - Break My Heart



22 Aralık 2014 Pazartesi

Leighton Meester \ Heartstrings



"Leighton Meester'i nasıl bilirsiniz?" Ya da bilir misiniz?

Kendisi en bilinen şekilde; Gossip Girl adlı dizinin Queen B'si, Chuck Bass'in biricik sevgilisi, Blair Waldorf'u. Bununla birlikte Adam Sandler, Gwyneth Paltrow gibi başarılı isimlerle çalışmış; Country Strong, That's My Boy,Like Sunday Like Rain, Life Partners gibi başarılı filmlerde yer almış, ünlü modacı Vera Wang'in Lovestruck parfümünün de yüzü olmuş bir oyuncu. The O.C'den hatırlayacağınız Seth Cohen'imiz Adam Brody'yi kaptığını da belirtmekte fayda var.
Neyse, tüm bunların yanında; oyunculuğu kadar bilinmese de şarkı da söylemekte Meester. Geçmişteki pek başarılı olmayan denemelerinin ardından (ben geçmiş parçalarının da çoğunu severek dinliyorum), yakın zamanda "Heartstrings" diye bir parçayla döndü, ki bence muazzam. Bu tarzın Lei'ye çok yakıştığını düşünüyorum. Bana biraz Lana Del Rey'i hatırlatıyor sound olarak, bohem bir havası var.



Heartstrings dışında, yine yakın zamanda yayınlanan Dana Williams düeti "Dreams" coveri var.


Bu iki parça hoşunuza gittiyse, Country Strong için seslendirdiği "A Little Bit Stronger" ve "Words I Couldn't Say" de şiddetle tavsiye. Go Lei!

28 Kasım 2014 Cuma

Ders 1: Kpop'a Giriş

Diyebilirsiniz ki, biz ne yapalım Kpop'u? Korece mi biliyoruz, nesini anlayacağız o şarkıların? Hem onlar ne öyle küçük küçük, hepsi aynı gözüküyor. Kalitesiz uyduruk uyduruk şarkılar vs. vs.

Bu tarz yorumları çok duydum ve her görüşe saygım var. Ben yoluma bu kültürü seven ya da en azından keşfetmeye eğilimli olan kişilerle devam etmek istiyorum. Ben de bu kültürü bu senenin başında tanıdım daha, sitelerden birinde dolanırken Always, Only You çıktı karşıma. İzler izlemez aşık oldum. So Ji Sub ve Han Hyo Joo, bu bağlamda benim için çok özeldir. (Filmin başrol oyuncularından bahsediyorum.)
Dizi ve sinema dünyasını takip etmeye başladım; ancak kpop zaman kaybı geliyordu bana. Zaten anlamıyordum ne dediklerini ve gerçekten de hepsi birbirine benziyordu. Başlarda ayırt edemediğim grup üyelerinin, şimdi en ufak değişikliklerini farkediyorum o ayrı konu. Kpop dinlemeye JYJ ile başladım ben. Missing You'da Yoochun'u keşfettim, hakkında daha fazla şey öğrenmek istedim derken... Get Out ise, grubun dinlediğim ilk şarkıları. Bu paylaşımı yapma amacıma gelirsek; başta benim de yaşadığım gibi Kpop'a önyargılı olan ya da bu dünyayı hiç keşfetmemiş olan kişilere nacizhane tavsiyelerde bulunmak. 

O zaman ilk olarak JYJ: Üyeler Jaejong, Yoochun, Junsu. Grup, Kore'nin gelmiş geçmiş en çok ses getirmiş gruplarından TVXQ'dan ayrılan üç üyeyle oluşmuş. Ayrılığın sebebi ise, SM Entertainment adlı şirketin üyelere yaşattığı zor şartlar olarak özetlenebilir. Konu çok derin, daha ayrıntılı bilgi için başka sitelere yönlendiriyorum sizleri. TVXQ, hala yoluna iki kişi devam etmekte. Ben iki grubu da dinlemekle beraber, JYJ başta da dediğim sebeple özel bir yere sahip. Ayrıca ayrıldıkları şirketin müzik endüstrisi üzerinde kullandığı denetim sebebiyle, grup şu an yasaklı konumda. Programlara ve ödül törenlerine katılamıyorlar yani. Buna rağmen albüm satışlarında, listelerin en üstlerinde yer alıyorlar. Şarkı, Get Out



BEAST: JYJ'i ne kadar çok seviyorsam, bu grubu da o kadar çok seviyorum sanırım. Hepsi birbirinden başarılı üyelerin. Junhyung, Yoseob, Gikwang, Hyunseung, Dongwoon ve Dujoon. Paylaşacağım şarkı 12.30, grubun 5.yıllarına özel olarak daha geçtiğimiz ay yayınlandı.


Miss A: Kız gruplarının arasında en sevdiğim grup. Miss Asia'yı temsil ediyorlar isim olarak. (İki Kore'li, iki Çin'li üye.) Kendilerinden çok daha başarılı gruplar da var evet ama neden bilmem Miss A daha gerçek geliyor bana. SuzyMinJia ve Fei isimli dört üyeden oluşuyor. Kendilerini Good Girl Bad Girl isimli ilk parçaları ile tanıdım ve onu paylaşacağım sizlerle. Ama Hush genelde daha çok sevilir, ilginizi çekerse ona da bir göz atabilirsiniz.


BIG BANG: Uzun bir süre bir türlü sevemediğim bu grubu, bir canlı performanslarından etkilenerek dinlemeye başladım. Benim uzun süre sevemediğime bakmayın, Kore'nin en sevilen grubu desem sanırım yanlış olmaz. G-Dragon, Taeyang, T.O.P, Seungri ve Daesung üyeleri. Blue ise çok severek dinlediğim şarkılarının ismi.


Yine Big Bang'den Taeyang'ın şu parçası ise bence muazzam. Eyes, Nose, Lips.


IU: Yine çok geç keşfettiğim ama şu an şarkılarını deli gibi dinlediğim, dünya tatlısı kızımız kendisi. Ufak tefek olmasının aksine, çok güçlü bir sesi var. En sevdiğim şarkısı, Only I Didn't Know.


Henry: Kendisi, Super Junior isimli bir grubun üyesi ama ben grubu takip etmiyorum. Henry ise solo albümüyle keşfettiğim, 7 dil bilen, keman ve piyano çalıp aynı zamanda da dans edebilen yetenek abidesi bir sanatçı. Trap ise çok severek dinlediğim şarkısı.


Bunların dışında 2PM, Girl's Day, 2NE1, Girl's Generation, EXO, Infinite de başarılı isimler. Çok uzatmamak adına kısa kestim, hepsinin birbirinden başarılı parçaları var gerçekten. Şiddetle tavsiye edilir.



24 Kasım 2014 Pazartesi

Karşınızda Zeki Müren


Zeki Müren; sevelim ya da sevmeyelim herkesin hakkında az çok bir şeyler bildiği, şarkılarını duyduğunda hiç olmazsa birkaç cümlesine eşlik edebildiği, etkisi yaşadığı dönemin sonrasında da süren eşsiz bir sanatçı.
Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde, geçtiğimiz günlerde açılan 'İşte Benim Zeki Müren' sergisi ise, bizlere sanatçıyı daha yakından tanıma fırsatı sunuyor. Hepimizin sanatçı kişiliği ile tanıdığı Müren'i bir birey olarak yorumlama şansına erişiyoruz.
Zeki Müren kimdir, nasıl bir çocukluk geçirmiştir, nelerden hoşlanır, neleri sevmez, garip huyları nelerdir...? Fotoğrafların yanında yer alan sanatçıya ait kişisel notlar, kimlik belgeleri, yakınlarının yazdığı mektuplar, sahne kostümleri, hayran hediyeleri gibi birçok nesne ile daha yakından tanıma şansına eriştiğim sanatçıyı ben çok sevdim. Ne kadar ince düşünceli, saygılı, sevgi dolu bir insan olduğunu görmüş oldum. Onun hakkında okuduğum hikayeler; tebessüm etmemi sağladı, zaman zaman ise hüzünlendim. Keşke daha fazla kalabilseydi aramızda dedim. Yıllarca hiç kahvaltı etmemiş mesela Zeki Müren. İçkisine hiç buz atmamış, serinlemek için elinde tutarmış. Sahne programlarını büyük bir titizlikle hazırlarmış, öncesinde ve sonrasında sahne alacak isimlerden, hangi şarkıda hangi kıyafeti giyeceğine kadar tüm detaylarla kendisi ilgilenirmiş.
Çocukken erkeklerle anlaşamazmış, onunla dalga geçmelerine katlanamazmış. Kız çocuklarıyla arkadaşlık eder, bez bebekleriyle oynarmış.
İşte burada, çok dikkat çekici bir özelliği ile de çıkıyor karşımıza Müren. Günümüzde bile LGBT hareketleri hoş karşılanmıyorken, insanlar farklı eğilimleri nedeniyle toplımdan dışlanıyor hatta şiddete maruz kalıyorken; o yıllarda toplumun her kesimi tarafından sevilen, takdir edilen bir insan olmayı başarmıştır. Peki nasıl?  Bu konuyla ilgili edindiğim çok farklı bir hikayeyi de paylaşmak istiyorum; bir grup eli sopalı kişi, dövmek için Zeki Müren'i bekliyor. Konser alanına geldiklerinde bu grubu görenler, arabadan inmeye çekinirken Müren iniyor ve o adamlara yöneliyor. 'Hoşgeldiniz, buyrun hepbirlikte konserime davetlisiniz.' diyor. O eli sopalı adamlar, ellerindekini bırakıp en önden konseri izlemeye gidiyorlar. İşte sevgi dolu kalbi ve cesareti ile o dönemde bile olduğu gibi sevildiğini, kabul edildiğini görüyoruz.
Yine dikkat çekici bir özelliği ise, Müren'in müzikal anlamdaki yeteneğinin dışında, resim ve edebiyat gibi sanat dallarında da çok başarılı olduğu. Mimar Sinan döneminden kalma çalışmaları yer alıyor sergide; ki bu çalışmalar bu dönem için bile oldukça modern, oldukça iddialı.
Keyifli zaman geçirmek ve Zeki Müren'in benzersiz dünyası ile tanışmanız için tavsiye edebileceğim sergi, 20 Aralık tarihine kadar açık ve ücretsiz.










6 Kasım 2014 Perşembe

Üniversitenin Ardından

Üniversiteden mezun oluşumun üzerinden birkaç ay geçti. O savsak savsak dolandığımız, dünyanın en saçma konularından tutun da kuantum fiziğine kadar derin konuları konuşarak saatlerimizi harcadığımız, durup durup delicesine gülüp alakasız konulara hunharca üzüldüğümüz günleri şimdiden çok özledim. Psikolojik bozukluklara yol açan sınav dönemlerini, sürekli arkasından atıp tuttuğumuz danışmanımızı bile özledim gerçekten, kendime hayret ediyorum.
Çalışma dünyası çok mu korkunç peki? Yani yoo… Henüz bu sorunun cevabını verebilecek kadar uzun kalmadım bu dünyada. Belki de henüz çok yeni olduğum için bu bocalamam. Yeni insanlar tanıyorsunuz, hepsi birbirinden farklı. Neyi severler, nasıl şeylerden hoşlanırlar bilmiyorsunuz. Ne derecede disiplinliler, ne şekilde davranmanızı istiyorlar bilmiyorsunuz. Bunun da ötesinde; isterseniz üniversitede dereceye girmenizi sağlayan mükemmel notlara sahip olmuş olun, aslında ne kadar eksik olduğunuzu fark ediyorsunuz iş dünyasında. Övünmenizi sağlayan, ‘donanım’ olarak kabul ettiğiniz hiçbir özelliğiniz burada işe yaramıyor. Hep daha fazlasına sahip olmanız gerekiyor. Çevrenizde daha fazlasına sahip olan insanlar, sizin eksik hissetmenize sebep oluyor. Kimseyle değilse bile, kendinizle bir mücadeleye girişiyorsunuz. Hata yapmaktan korkuyorsunuz, bu korku gerçekleştireceğiniz başarıları da gölgeliyor belki de.
Sabredip, zamanla her şeyin daha iyi olacağını hayal ediyorsunuz. Kendinizi geliştireceğiniz, başarılı işlere ve ilişkilere sahip olacağınız bir gelecek düşlüyorsunuz.


22 Ağustos 2014 Cuma

Hatalardan Ders Çıkartılmıyor, Öyle Zamanla Da Geçmiyor

Hata yapmak insanlara mahsus derler. İnsan hata yapar, pişman olur, ders çıkartır... Zamanla ne yapıp ne yapmaması gerektiğini öğrenir.
Her zaman düzgün bir insan olmaya çalıştım. Dürüst olmaya, sevgi dolu olmaya, hak yememeye, paylaşmaya, insanları kırmamaya çalıştım. Beni yetiştiren harika aileye layık olmaya çalıştım. Arkadaşlarım için iyi bir arkadaş olmaya çalıştım. Yeri geldi kendi kendimi harap ettim; ama hep o düz çizgiyi korumaya çalıştım. Ne kadar çalışıp çabaladıysam, o kadar tökezledim. Yokuş aşağı yuvarlanırken doğrulmam daha güç oldu her seferinde. Her tökezleyiş biraz daha acıttı canımı. Kendime açtığım yaralarım daha belirgin bir hal almaya başladı.
İnsan hata yaptıkça öğrenmiyor aslında. Yaptığı hatalar o kadar acıtıyor ki canını; o acılara bir yenisini daha eklemeye korkuyor. Belki de o yaralar hiç iyileşmiyor. 
İnsan hata yapar, zamanla unutur derler. Bunlar; acı çeken birine karşıdan bakıp söylenecek laflar. Empati kurmaya çalışırız ya hani hep. O iş öyle olmuyor işte; hatalarından duyduğu pişmanlık yiyip bitiriyor insanı. Kalbine bindirdiği yükü taşıyamaz oluyor zamanla. En kötüsü de; insan korunaklı bir dünya yaratmaya çalışırken kendine; en çok kendi canını yakıyor. Kendiyle barışması daha uzun zaman alıyor. Hep kendine kaçıyor insan. İçini kendiyle doldurmaktan daha fazlası gelmiyor elinden.*

*Yekta Kopan \ Becerikli Bay Kerim İnal


12 Ağustos 2014 Salı

Bu İşte Bir Yalnızlık Var

Bu İşte Bir Yalnızlık Var, uzun zamandır izlemek isteyipte ertelediğim bir filmdi. Geçenlerde izleyebildim ve kesinlikle beklentilerimin ötesinde bir film olduğunu söyleyebilirim. Daha önce fragmanını izlemiştim, iki insanın yasak aşkının anlatıldığını düşünüyordum ki film çok daha derin bir hikayeye sahipmiş. Yönetmenliğini Hakan Ketche'nin yaptığı film; Tuna Kiremitçi'nin aynı adlı kitabından bir uyarlama. Engin Altan Düzyatan, inanıyorum ki tüm kadınların beğenerek izlediği bir oyuncu. En azından ben henüz "beğenmiyorum" diyen kimseyi görmedim. Başarılı oyunculuğunun yanında; etkileyici tavırları, ağzı, burnu, boyu, posu... Öhöm öhöm! Maşallah diyelim.Özgü Namal ise; zaten beğendiğim bir oyuncudur ve bu film boyunca da çok tatlıydı. Ne kadar güzel olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Oyunculuğu çok duruydu, zorlama olan tek bir sahne yoktu. Hikayesinden bahsetmemiz gerekirse; Mehmet, eşinden boşanmış ve bu evliliğinden sahip olduğu kızına son derece bağlı bir adamdır. Önceden bir rock grubunun üyesiyken, şu an müziğe eğilimli gençlere gitar eğitimi vermektedir. Alt kat komşusu Ayşe; uzun zamandır arkadaşlık yaptığı, eşiyle problemler yaşayan bir kadındır. Eşinin, bir tartışma sonrası evi terketmesi ve uzun süre geri dönmemesi üzerine; Mehmet ile birlikte onu aramaya koyulurlar. Daha fazla zaman geçirmeleri, Mehmet'in duygularını sorgulamasına sebep olur. Devamı filmde... Ama şunu söyleyebilirim ki; gayet keyifli, müzik dolu bir hikaye sizleri bekliyor. Sahnelerin geçtiği mekanlar da oldukça çarpıcı ve seyir keyfini arttırır nitelikteydi. Özellikle bir Anadolu Yakası sakini olarak; Kadıköyde önünden geçtiğim, arada oturup bir şeyler içtiğim tanıdık yerleri görmek hoş bir duyguydu. Bozcaada'nın yeşilini görmekte bu yaz günlerinde iyi gelebilir. 
Müzik demişken; Harun Tekin'den "Bu İşte Bir Yalnızlık Var" ve Atiye'den "Yeter" filmin dinlenmesi gerekenlerinden. 


9 Haziran 2014 Pazartesi

Yorgunum Dostlarım Yorgunum Yorgun

Zamanla blogu kişisel günlüğümmüşçesine kullanmaya başlarsam hiç şaşırmayın. Gerçi kim şaşıracak, gören de binlerce takipçiye hitap ediyorum sanır. İlahi ben...
Bu günlerde tek söyleyebileceğim şey; çok yorgun olduğum. Söylemeye bile mecalim yok keza. Düşünüyorum öyle. Çok yorgun olduğumu düşünüyorum. Off... Neden yorgunsun, n'apıyosun diye sorsanız; verecek bir cevabım bile yok. Yaptığım bir aktivite yok çünkü. Yatıyorum, yemek yiyorum, uyuyorum, Doctor Who izliyorum, müzik dinliyorum, yine yemek yiyorum... Twitter, Instagram falan. Facebook'u sevmiyorum. Arada yazı yazıyorum işte böyle... Esasında yapmam gereken o kadar çok şey var ki! Bitirme projemi 2 hafta sonra teslim etmem gerekiyor mesela. Ama henüz adamakıllı başlamadım bile. Yarın finallerim başlıyor. Canım "Medya Ekonomisi Ve İşletmeciliği". Daha tek satır okumadım. Allahtan sınav 15.30'da. Okulda biraz göz atarım. Vizem de 90, ortalamayı düşürmesem iyiydi... İşte böyle türlü türlü düşünceler var kafamda sayın takipçi. Hiçbirini yapmak istemiyorum, üşeniyorum, ama düşünüyorum bu kez daha da bir yorgun hissediyorum kendimi. Perşembe günü kep atma töreni var. Basın yemini etmemiz gerekiyormuş, ne olduğundan haberim yok. Google'da aratmak dünyanın en kolay işi oysa ki. Bu yazıyı da yazıyorum çünkü bunu yazmasam ders çalışmam gerek. Aman saat geç oldu zaten, yatayım erken kalkarım. Daha saçlarımı da düzleştirmem gerek. Dünya'nın en önemli meselesi; saçlarımın düz olması çünkü. Gören atomu parçalıyorum sanır. Bu arada ben şu şarkıyı dinliyorum şu an, çok güzel sen de dinlesene;
(Not: Başlıkta İbrahim Tatlıses'in "Yalnızım Dostlarım"ından esinlendim aslında. "Yalnızım" kısmını hep "Yorgunum" olarak söylerim. Neden bilmem... )



28 Mayıs 2014 Çarşamba

Schindler's List \ ''Schindler'in Listesi

Gözlerinizin önünde yaşanan zulümler olduğunu düşünün. Ne kadar seyirci kalabilirsiniz? Statünüz, mal varlığınız ya da sahip olduğunuz güçlü çevre sizi ne kadar tatmin edebilir? Vicdanınızın sesini ne kadar bastırabilirsiniz? İşte bu noktada yaşananları; Oskar Schindler'in gözleriyle tecrübe ediyoruz.
Yönetmenliğini Steven Spielberg'in yaptığı, başrollerini Liam Neeson ve Ralph Fiennes'in paylaştığı filmimizin yapım tarihi 1993. Film ayrıca; 2004 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilmiş.
Hikayemiz; Oskar Schindler'in, 2.Dünya Savaşı'nda iş kurmak amacıyla Polonya'ya gelmesiyle başlıyor. İnsanların savaş ortamındaki çaresizliğinden ve tüketim malzemelerine duyduğu ihtiyaçtan faydalanarak; kısa sürede hatrı sayılır iş adamlarından biri haline geliyor. Tabii bu arada genelkurmaylardan siyasilere çok güçlü ittifaklar da ediniyor kendine. Fabrikasında, başta daha düşük maliyetli oldukları için çalıştırdığı yahudilerle, zaman içinde yakın ilişkiler kuruyor. Derken; savaş ortamı kızışıyor. Polonya'daki yahudi halkı; yaşam alanlarından toplama kamplarına alınıyor. İşkence görüyorlar, aç bırakılıyorlar ve hatta askerlerin can sıkıntıları uğruna katlediliyorlar. Bu noktada konuya Amon Goeth isimli bir komutan dahil oluyor ki; filmin sonuna kadar benden sağlam küfürler yemişliği vardır.
Filmin ilk yarısı durağan ilerliyor, ayrıca siyah beyaz oluşu da sizi bunaltabilir ama yılmadan sonuna kadar devam edin derim. Zira; ben bu başyapıtı izlemek için bu kadar geç kaldığım için oldukça üzgünüm.
Hikayenin en can alıcı yönü; sadece kazandığı parayı umursayan Nazi Partisi destekçisi bir adamın; yaşadığı duygusal değişim ve iç hesaplaşmaları sonucu her şeyini feda ederek insanları kurtarmaya çalışması sanırım. Unutmadan ekleyeyim; hikaye gerçek yaşamdan uyarlamadır ve Oskar Schindler'in mezarı; günümüzde Kudüs'te bulunmaktadır.

6 Nisan 2014 Pazar

KOÜ'de Son Sene

Gün geçmiyor ki, bir üniversite öğrencisi daha son senesinde depresyona girmesin. Yalnız değilim biliyorum; çevremdeki herkes bir yandan gelecek kaygılarıyla, bir yandan özgürlüğe kavuşacak olmanın heyecanıyla dolu.
Nereden başlasam? Önce avantajlarına mı değinsem bu bitişin; yoksa dezavantajlarına mı?
Heey gidi dört sene... Üniversiteyi kazandığım 2010 senesi dün gibi aklımda. Kocaeli Üniversitesi'ni kazandığım için çok üzülmüş ve deli gibi ağlamıştım. Çünkü; gerek dershane öğretmenlerim, gerekse tercih kılavuzu bana İstanbul içinde bir okulu kazanabileceğimi söylüyordu. Velhasıl kelam, öyle ya da böyle gözyaşlarımdan arınıp, bu yeni dünyayı beklemeye koyuldum. En azından gazetecilik bölümünü kazanabildiğim için mutluydum. Okulun ilk günü... Biraz heyecan, biraz endişe, tereddütler bir yandan... Nitekim, geç kalmış olmanın da etkisiyle yanlış sınıfa bile girmiştim. Hem de dersin ortasında :)
Derken, film makarası çok hızlı sarıldı ve okulun bitişi için son üç ayı bekliyoruz. Ne zaman geçti o kadar dönem, nereye kaydettik o kadar anıyı bilmiyorum. Şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki; içim buruk ayrılacağım buradan. Üniversite yaşamının bana kattıklarına müteşekkirim. Her şeyden önce, ilk gün okula adımını atan çocuk, bir yetişkin artık. Hayatı, sosyal ilişkileri, farklı kültürleri, farklı inançları, sorgulamayı öğrendi. Çok güzel dostlar edindi. Çok güldü, biraz ağladı, susmaması gerektiği zaman sustu belki ama ne zaman sesini çıkarması gerektiğini de öğrendi zamanla. Ortaokul ya da lisede taktığı pembe gözlükleri, üniversite sıralarında çıkardı. O yüzdendir ki; akademik kariyerin yanında, kendimizi tanımamız için de üniversite eğitiminin çok gerekli olduğunu düşünüyorum.
Dört seneyi arkada bırakmak, mezuniyet sonrasına endişeyle yaklaşmak kolay değil biliyorum. Bu durumu ben de çok düşünüyorum, dertleniyorum. "İş bulabilecek miyim, binlerce mezun var, kendimi daha fazla geliştirmem gerekiyor, hangi alana yönelmeliyim, hemen çalışma hayatına atılmak istiyor muyum... ? " Bu sorular hepimizin kafasını meşgul ediyor; ama olaya bir de olumlu yönden bakmayı deneyelim. Sonuçta iyi-kötü üniversiteden mezun oluyoruz illa ki bir iş buluruz. Devamında kendimizi farklı açılardan geliştirebiliriz. Kişisel zevklerimize, beklentilerimize yönelik adımlar atabiliriz. Ne bileyim; belki bir dil kursu, bir sertifika programı, kişisel gelişim kursları... Artık ayağımıza dolanan, kafamızı meşgul eden o "okul" düşüncesinden, derslerden, ödevlerden, zorunluluktan kurtuluyoruz. Ortaokuldan sonra biliyorduk ki liseye gidecektik, liseden sonra üniversite. Şu an ise bizi bekleyen hayat. Ne istiyorsak onu gerçekleştirmek için var yollar önümüzde. Diyeceğim şu ki; derin nefes alın ve yaklaşan bahar günlerinin tadını çıkartın. Katılacaksanız; mezuniyet partileriniz için hazırlıklara başlayın, okul bittikten sonra deneyebileceğiniz seçeneklere odaklanın, kendinize zaman ayırın... Tabii; benim gibi bitirme projenizi bu günlere bırakmadıysanız. He bıraktıysanız, son günlerimizde bu projelerle delirmemeyi umuyorum hepimiz adına :)

2 Nisan 2014 Çarşamba

Do Ga Ni \ Sessizlik

Yer; Güney Kore'nin Mujin şehri. Sene 2005. Ödüllü bir sağırlar okulunda geçiyor hikayemiz. Yeni atanan sanat öğretmeni; öğrencilerinin asık suratlarına ve ürkek bakışlarına ilk zamanlar anlam veremese de, zamanla işin iç yüzündeki şiddeti ve istismarı çözmeye başlıyor. Ne acı ki; bu mücadelede yanında yer alacak kimseyi bulamıyor. Kendi öz annesi bile, kulaklarını ve gözlerini kapatıp işine devam etmesini söylüyor ona. Bir yandan geçim mücadelesi ve hasta kızının sağlık sorunlarıyla ilgilenmeye, diğer yandan ise öğrencilerini bu utançtan ve zorbalıktan kurtarmaya çalışan öğretmenimizi sor zamanlar yaşarken izliyoruz. 2011 yapımı filmin yönetmenliğini Hwang Dong-Hyuk, başrolünü ise Kore Sinemasının başarılı ismi Gong Yoo üstlenmiştir. Hatta Yoo; filmle ilgili şu sözleri söylemiştir bir röportajında: "Bu filmde oynamasaydım, neden oyunculuk yaptığıma dair şüphe duyardım."
Film, gerçek bir hikayeye dayanıyor. Durdurulan dava, filmin vizyona girişinden sonra tekrar açılmış.
Mujin ya da Seul... Pekin, Tokyo, Londra, Washington, İstanbul, Urfa, Mardin... Engelli ya da engelsiz, kavramların hiçbir kıymeti yok. Bu filmde yaşananlar, gerçekleşen sıkıntıların sadece bir kısmı. Dünya'nın her yerinde bu ve benzeri sıkıntılar yaşanmıyor mu? Çocuk istismarı nasıl bir suçtur? Nasıl bir gözü dönmüşlüktür? Nasıl bir sapkınlıktır? Nasıl sızlamaz insanın vicdanı? Akla-mantığa sığmıyor gerçekten. Bizim ülkemizde de ne yazık ki çok sık gerçekleşen durumlar bunlar. Bu hastalıklı zihniyetleri engellemek yerine destekliyor bizim yargı gücümüz üstelik. Şu replik, çok tanıdık gelmiyor mu size de;
"9 yaşındaki bir çocukla bir yetişkin nasıl birlikte olabilir? Olsa bile, çocuğun rızası gerekmez mi?!" 


1 Nisan 2014 Salı

Potter Severlere Müjde!

"Harry Potter Ve Felsefe Taşı" adlı kitapla 97 senesinde başlayan serüvenimiz; devamında altı kitapla ve bunu takiben sekiz filmle 2011 senesine kadar devam etti. Bir Potterhead(Harry Potter fanlarına verilen isim) olarak söyleyebilirim ki; bu serüvenin son bulması ister istemez bir hüzün yarattı bende. Çünkü; hikaye her ne kadar mutlu bir sona ulaşmışta olsa, 10 sene boyunca hayatımda önemli yer tutmuş o büyülü dünyaya veda etmek istemiyordum.
Neyse ki, güzel haberler Warner Bros yapım şirketinde geldi. Çekim tarihlerinin henüz kesinlik kazanmamasıyla birlikte, Harry Potter döneminin yedi sene öncesinde gerçekleşecek bir hikayeyi, sinemaya uyarlamayı düşünüyorlarmış. Hikaye, yine J.K Rowling tarafından kaleme alınacakmış. Ayrıca, hikaye üçleme olarak düşünülüyormuş. Yani bu durumun Yüzüklerin Efendisi-HOBBIT ilişkisine benzediğini söyleyebiliriz. Şahsi kanaatim bu yeni serinin Harry Potter serisinin yerini dolduramayacağı yönünde olsa da, Hogwarts dünyasından tamamen uzak kalmaktan iyidir. Hem belki kim bilir; Dumbledore, McGonagall, Snape, Lily-James Potter, Hagrid gibi karakterleri de görmemiz mümkün.

Kaynak: http://www.sinemalar.com/haber/3937/harry-potterdan-yan-filmler-geliyor

15 Mart 2014 Cumartesi

"Only You" ve "Sadece Sen"




Bilenler bilir; başrollerini Belçim Bilgin ve İbrahim Çelikkol'un paylaştığı "Sadece Sen" diye bir film girdi dün vizyona. Film, aslında Güney Kore sinemasının başarılı örneklerinden "Always / Only You"nun yeniden çevrimi.(Evet ismi bile aynı, ne garip değil mi?)

Nedendir bilmem; ben böyle birebir alıntılanan, aynı sahnelerin, aynı atmosferin yansıtıldığı projelere uyuz oluyorum. Bu sadece bizim ülkemiz için geçerli değil inanın. Mesela Amerika da, yine Güney Kore yapımı "My Sassy Girl"i yeniden çevirmişti. Bundan da pek haz etmemiştim. Neyse, konumuza dönersek; ilk olarak Only You ile başlamak istiyorum...
Belki de Sadece Sen'e bu kadar önyargılı olmamın sebebi, Only You'yu çok sevdiğimdendir. Başrollerini Güney Kore'nin çok başarılı ve bol ödüllü iki oyuncusu paylaşıyor; So Ji Sub ve Han Hyo Joo.
So Ji Sub; benim de çok başarılı ve başarısından da ziyade o endamına hayran olduğum bir oyuncu iken, Han Hyo Joo; en beğendiğim uzakdoğulu kadın oyuncu. Hem çok sempatik ve çok güzel, hem de oynadığı rollerin altından başarıyla kalktığını düşünüyorum. Özellikle Only You'da canlandırdığı gözleri görmeyen karakteri o kadar başarılı canlandırmış ki... Evet, Only You; gözleri görmeyen bir kadın ile eski bir boksörün arasında filizlenen aşkı anlatıyor. Han Hyo Joo, az önce de bahsettiğim gibi gözleri görmeyen kızımız. Ailesini uzun yıllar önce bir trafik kazasında kaybetmiş, kendisi de kırılan camlardan dolayı korneasını. Yine de hayata dört elle tutunmaya çalışıyor, bir çağrı merkezinde çalışıyor. İşyerinde ise patronunun sarkıntılıklarıyla başı dertte. So Ji Sub ise eski boksör, kirli bir geçmişe sahip. Bir dönem hapse girmiş çıkmış, şimdi ise yarı zamanlı işlerde temiz bir hayat sürmeye çalışıyor. Peki bu iki yabancının yolları, hayatın hangi kısmında kesişiyor? Yalnız ve zorlu hayatlara sahip iki yabancının, birlikte nasıl hayata tutunduklarını izlerken kayıtsız kalamıyorsunuz.
Gelelim Sadece Sen'e. Filmi henüz izlemedim, o yüzden büyük laflar etmemeye özen göstereceğim. Ama; sadece fragmanını izlemiş olmama rağmen çok büyük benzerlikler çarptı gözüme. Hatta, fragmanı ilk izlediğimde sesini duyamadığım bir ortamdaydım, buna rağmen anladım Only You'nun yeniden çevrimi olduğunu. Aynı mekanlar, aynı saç modelleri, aynı diyaloglar... Yeniden çevrimlere bir noktaya kadar karşı değilim, başarılı alıntılar yapılırsa çokta güzel olur hatta. Mesela; bildiğim kadarıyla Bir Küçük Eylül Meselesi de Hollywood yapımı The Vow'dan esas  alınmış. Alınmış ama kopyala yapıştır şeklinde değil de, temek düşüncenin üzerine yeni eklemeler yapılarak. Sadece Sen ile ilgili, İbrahim Çelikkol'un başarılı bir seçim olduğunu söyleyebilirim yine de. So Ji Sub'un sert ve aynı zamandasevgi dolu tavrını yansıtabileceğini düşünüyorum. Belçim Bilgin ise, Han Hyo Joo'nun karaktere kazandırdığı naif duruşu yakalayamamış bence. Bu karakter için daha çıtı pıtı, daha ürkek bir oyuncu seçilmeliydi. Fragmanlardan izlediğim kadarıyla gözlerinin görmemesi kısmında da başarılı olduğunu söyleyemem. Size tavsiyem, Sadece Sen'i izlemeyi düşünüyorsanız, önce Only You'yu izlemeniz. Ben de Sadece Sen'i izleyip, gerekli gördüğüm eklemeleri ve düzenlemeleri yapacağım. İyi seyirler şimdiden :)




















14 Mart 2014 Cuma

Uzakdoğu Sineması

Zaten tembel bir insan olmamın yanında; üniversitedeki bu son dönemimde, haftada bir gün dersim olmasıyla iyice pişkinliğe vurmuş bulunmaktayım. Kendime vakit ayırdığımda ise, en sevdiğim aktivite film ve dizi izlemek. Hazır uzun zamandır paylaşım yapmıyorken, bu paylaşımımı yeni keşfim uzakdoğu sineması hakkında yapmaya karar verdim.
Hollywood sinemasından artık sıkıldığımı; çünkü sürekli benzer simaları, benzer atmosferleri ve hatta benzer senaryoları gördüğümü farkettim. Buna karşın uzakdoğu sineması, benim için yeni bir pencere oldu. Yeni yüzler, yeni manzaralar, farklı diller ve farklı senaryolar ilgi çekiciydi. Ayrıca; aile yapıları ve yaşam tarzları da alışık olduğum düzene benzerlik gösterdiğinden çabucak benimsedim sanırım. Gerçi; gerçek yaşamda ne kadar benzerlik gösterir bilemem ama filmlerde yansıtılan bu şekildeydi.
Sosyal medyadan edindiğim bilgilere göre; özellikle Güney Kore ve sonrasında Japonya, sinema ve dizi dünyasında bir adım önde. Sonrasında ise Tayland, Kuzey Kore ve Çin yapımları geliyor. Aksiyon ve komedi türlerini genel olarak çok sevmediğim için tercihimi romantik ve dram türlerinde yana kullandım. Bu türlerde oldukça başarılı yapımlar ortaya koyduklarını söylemeliyim.
İzlediğim ve sevdiğim filmlerden birkaçını şu şekilde paylaşabilirim;

  • Always, Only You
  • A Moment To Remember
  • Sunny
  • First Love, A Crazy Little Thing Called Love
  • Kimi Ni Todoke
  • A Werewolf Boy
  • Sky Of Love
  • She's On Duty
Uzakdoğu sineması ile ilgili daha fazla bilgi edinmek ve kişisel zevkinize uygun filmler bulmak için  http://yeppudaa.com/ ve http://guneykoresinemasi.com/ adreslerine de göz atabilirsiniz. Şimdiden iyi seyirler :)

2 Şubat 2014 Pazar

Can Parçası



Kardeş, abla, abi... Bunlar, tahmin ediyorum ki yeryüzünde yaşayan tüm insanlar için önemli kavramlar. Hepimiz, öyle ya da böyle seviyoruz kardeşlerimizi. Değer veriyoruz. Ancak; şöyle de bir gerçek var ki, eğer çalışan ebeveynlerin çocuklarıysanız daha farklı oluyor kardeşinizle ilişkiniz. Daha çok seviyorsanız diyemiyorum tabii ki ama; hayatınızın daha ayrılmaz bir parçası oluyor, daha çok ihtiyaç duymaya başlıyorsunuz, daha özel hatıralar biriktiriyorsunuz, kendinize ait bir dil bile oluşturabiliyorsunuz...
 Kardeşimle aramda 5 yaş var, ben büyük olan tarafım. Gerçi bakmayın büyük olduğuma, öyle anlar geliyor ki işin içinden çıkamadığım durumlarda o akıl hocalığı yapıyor bana. En yakın arkadaşlarımdan önce, o geliyor aklıma. En savunmasız zamanlarımda o oluyor yanımda sırtımı sıvazlamak için ya da en delirmeli zamanlarımda yine o oluyor eşlik etmek için... Bir bakışımdan anlıyor ne istediğimi, bazen bakmama bile gerek kalmıyor hatta. Her şey bu kadar güllük gülistanlık devam etmiyor her zaman. Öyle anlar geliyor ki küçücük hareketler, gayri ihtiyari söylenen sözler çılgına çevirebiliyor bizi ve kimi zaman bardaklar havada uçuşuyor, kimi zaman söylenmemesi gereken kaba sözler ağzımızdan çıkıyor. Yine de, birbirimizin suratına bakmak içimizden gelmediği zamanlarda bile; en küçük olumsuzlukta, o en ufak can yanmasında uzatıyoruz birbirimize elimizi. Kimse olmasa bile birbirimize sahip olduğumuzu biliyoruz.

18 Ocak 2014 Cumartesi

Sevdiğimiz Parçaların GLEE Versiyonları


Başlıktan da anlaşıldığı üzere, bu paylaşımımda birkaç Glee parçası önerisinde bulunacağım. Zaten; esrarengiz, süslü püslü başlıklar atmak konusunda hep çok beceriksiz olmuşumdur. Neyse...
Bilmeyenler  için; Glee Amerikan yapımı bir müzikal/ komedi tv dizisi. Her bölüm, eski-yeni birçok parçayı yeniden yorumluyorlar. Şahsi kanaatim; birçoğunun aslından daha iyi olduğu yönünde. Ayrıca; bu parçalara video paylaşım sitelerinden kolaylıkla ulaşabiliyorsunuz. Yani diziyi takip etmek gibi bir zorunluluğunuz yok.
İşte çok sevdiklerimden bazıları,

                                                  Cory MONTEITH-I'll Stand By You



GLEE-It's My Life/Confessions Mix


GLEE-Stronger


Lea Michell-Total Eclipse Of The Heart


GLEE-Womanizer


GLEE-Run Joey Run



Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...