27 Ağustos 2012 Pazartesi

Ambalaj


“Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde, ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?”  Kürk Mantolu Madonna

Bu çok sevdiğim kitabın, çok sevdiğim paragrafı anlatıyor aslında ne kadar büyük yanılgılar içinde olduğumuzu. Tanımadığımız insanların bilmediğimiz hallerine nasıl da gelişi güzel yakıştırmalar yapıyoruz. Sadece mutlu diye, eğleniyor diye, ya da sessiz sakin kalmayı seviyor diye... Hiç sorgulamıyoruz. Sebebini merak etmiyoruz. Sadece yargılıyoruz. Daha kolay geliyor çünkü bu. Bir insanın iç dünyasına adım atmaktan korkup; onu dışlamak, “öteki” yapmak daha mutlu hissettiriyor kendimizi belki de. En iyi yaptığımız şey bu çünkü değil mi? Daha iyi yapabildiği şeylere sahip olamayan, kendine bir hedef edinememiş ve ordan oraya savrulan insan, yargılayarak kendi acizliğini kapatmaya çalışır. Ne bir kazanım var ortada, ne bir amaç. Kendi konumunu gözden geçirme gereği duymaz ama. Ona göre kendisi mükemmeldir, başarılıdır, sosyaldir, yeteneklidir. Dışardan baksa, o yargıladığından daha aciz durumdadır, ama işte özeleştiri yapacak yeteneği bile yoktur. Bununla ilgili şöyle der Bob Marley;
“Parmağınla beni işaret etmeden önce, ellerinin temiz olduğundan emin ol.”
Kim uğraşacak oysa ki?  Ambalaja aldanmayıp, içindekini görmeye çalışmak kimin umurunda? 

Günün Tavsiyesi


“Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)” ; bitirdikten sonra “Neden okumak için bu kadar geç kalmışım?” diye hayıflandığım, tekrar tekrar okuma isteği uyandıran bir kitap. Okurken bir yandan devamını merak edip hızlı olmaya çalışırken, diğer yandan sonunun yaklaştığını ama daha doyamadığınızı hissettiriyor. Kitabın 2 çok önemli mesajı var; bunların ilki önyargılarımızı nee kadar kolay savurduğumuz ve bunun ne kadar yanlış olduğu. Diğeri ise, sahip olduklarımız için mücadele, onlar hala hayatımızdayken değerini bilmemiz gerektiği. Yaklaşık 60 sayfalık kısımda Rasim adlı gencin, yeni işyerinde tanıştığı Raif Efendi hakkında yorumlarına yer verilmişken, geri kalan kısım Raif Efendi’nin büyük aşkı Maria Puder ile ilişkisini anlatıyor. Sonuna gelipte kapağını kapattığınızda ise içinizde bir burukluk “Böyle olmamalıydı.” diyorsunuz. Benim gibi pişman olmak istemiyorsanız gidin en yakın yerden alın ve bu harika kitabı zaman kaybetmeden okuyun.

24 Ağustos 2012 Cuma

Ödün


Çok insanlar tanıdım, sevdikleri için kendinden geçecek,  kendi hayallerini feda edecek, benliğini ölüme sürükleyecek. Çok insanlar tanıdım, sevgilileri için diğer sevdiklerini arkada bırakabilecek... “Sevmek kötü bir şey mi?” diye soracaksınız şimdi siz bana. İnsanın hayatında “sevgilim” dediği insan önemli olmamalı mı? Tabi ki olmalı. Ama; ne uğruna? Ne uğruna hayatına dahil etmeli insan sevgiliyi? Ne uğruna kimlerden vazgeçmeli? Ne uğruna kendinden vazgeçmeli? Ne kadar çok soru soruyorum değil mi yazılarımda? Soruyorum evet, çünkü ancak sorguladıkça öğrenir insan. Kendini sorgulayarak, yaşadıklarını sorgulayarak farkına varır. Sorguladıkça aralanır önündeki o flu pencere. Ne demiştik? Ne uğruna sevmeli insan? Bence, her şeyden önce kendi benliğini yıkmadan sevmeli. Çünkü; domino taşları misali, bir kere yıkıldı mı insan, bir kere kendinden vazgeçti mi değer verdiği diğer her şey de beraberinde gelir. Önce kendisi, sonra hayalleri, arkadaşları... Hiç “arkadaşımı satmam” tartışmasını yapmayın şimdi kendinizle. Kendinden vazgeçen insan arkadaşını düşünür mü? Burada sorun arkadaşı kaybetmekte değil. Burada sorun eylemlerinizi kimin şekillendirdiği. Kendi kararlarınızı hala kendiniz verebiliyorsanız hiç sorun yok. Zira, sizin için neyin iyi olduğuna karar verebilecek yetkinliktesinizdir. Ama; kararları artık siz vermiyorsanız, sorgulamıyorsanız ve daha da kötüsü sorgulamanız gerektiğini unuttuysanız ortada çok büyük bir sorun var demektir. Sevmek, çok güzel bir duygu. Belki de en güzeli. Ama sevmek, kendinizi de hala sevebiliyorsanız çok güzel. Onunla beraber eksilmek yerine artabiliyorsanız, hayatınızdan alıp götürmek yerine mevcut olanlara fazlasını ekleyebiliyorsa, aynaya baktığınızda gözlerinizin içi gülüyorsa ve daha güzel gözüküyorsanız kendinize, yanyanayken kendinizi sınırlandırmak ya da davranışlarınızı planlamak zorunda hissetmiyorsanız... Zaman geçipte aynaya tekrar baktığınızda sönmüşse o gözlerinizdeki ışık, elinizde ondan başka kimse kalmamışsa, siz siz olmaktan çıkmışsanız; mutlu olduğunuzu söyleyemezsiniz. En azından benim için mutluluktan çok uzak bir durum bu. Koskoca hayatımda tek bir kişiye bağlıyorsam sevinçleri; bu mutluluk değil eldekiyle yetinmektir. Mutluluğuma mutluluk katacak daha birçok sebep varken onlara uzaktan iç çekmektir.

14 Ağustos 2012 Salı

Günün Tavsiyesi

Yine benden bir film önerisi ve yine eski bir film. Herkesin bir tarzı vardır n'apalım :)
Bu seferki filmimiz 1997 yapımı bir ABD yapımı "Liar Liar (Yalancı Yalancı)". Başrolünde Jim Carrey oynuyor. Genelde filmlere, videolara çok gülen bir insan değilimdir ama bu filme kahkahalarla eşlik etmiştim. Carrey'in canlandırdığı Fletcher Reede, başarılı bir savunma avukatıdır. İşinde ve özel hayatında yalanlar söylemeyi alışkanlık haline getirmiştir. Ta ki bu durumdan sıkılan oğlu, artık dürüst olmasını dileyene kadar. Bu dilekten sonra hiçbir şekilde yalan söyleyemeyen Reede'yi zor anlar beklemektedir. Arkanıza yaslanın ve tadını çıkarın

Sevgili



Genç kadın tek başına oturuyordu barda. Öyle çok fazla da insan yoktu zaten etrafında. Rahatça düşünebiliyordu. Ne istediğini biliyordu aslında genç kadın. Bir o kadar da bilmiyordu. Hayal edebiliyordu en azından. Ama hayal etmek yetmiyordu. Öyle bir karmaşanın içerisindeydi işte. Aklında türlü türlü düşünceler... O, karar vermeye çalışıyordu. Derken yakışıklı genç adam oturdu hemen bitişiğindeki sandalyeye. Biraz daha yaklaştırdı kendini genç kadına. Yanağının kulağına yakın kısmına küçük, kuru bir öpücük kondurdu. Sonra gözlerinin içine baktı kadının. En içine. Gülümsüyordu sanki genç adam. Belki ağzı bile yoktu ama. Olmasına da gerek yoktu. Konuşmasa da olurdu. Gözleri her şeyi anlatabiliyordu. Söylenebilecek tüm kelimeleri fısıldıyordu. Tüm gülücükler de oradaydı. “Bana güvenebilirsin” diyordu bu gözler. “Bana inanabilirsin,seni asla incitmem. Asla yarı yolda bırakmam.” Kadın koşulsuz şartsız inanıyordu bu genç adama. Yargılamaya,sorgulamaya lüzum yoktu. Sonra bir ses duyuldu dışarıdan bir yerlerden. Ne kadar ertelemeye çalışırsa çalışsın kadın, olmadı. Telefonun alarmına daha fazla karşı koyamadı. Kalktı yataktan. Hazırlanıp evden çıkmalıydı.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Şeffaf


İçinde tarifi zor bir öfke. Nedenini bilmiyorsun; ne kadar derin çekersen çek nefesini, yine o boğuluyormuşsun hissi. Yorgunsun. Ama; bu fiziksel bir yorgunluk değil. Yorgunsun çünkü çok fazla insan var hayatında. Yorgunsun çünkü çok fazla hayat var hayatında. Bu kötü bir şeymiş gibi söyledim değil mi? Arkadaşların olması kötü bir şeymiş gibi? Benim de çok fazla arkadaşım var evet, ama ben de yorgunum. Yorgunuz çünkü birçok farklı karaktere, birçok farklı davranışa yer veriyoruz hayatımızda. Bunların hepsi taktir ettiğimiz türden olmayabiliyor. İçimizden ayıpladığımız olabiliyor, hoşlanmasakta tebessüm edip geçebiliyoruz. Doğrusu geçtiğimizi sanıyoruz. Geçtiğimizi sandığımız her memnuniyetsizlik yorgunluğumuza ek olarak bize geri dönüyor. O insanları sevdiğimiz, incitmek istemediğimiz için de katlanıyoruz. Katlanmak zorundaymış gibi hissediyoruz. Onlar bizim rahatsız olduğumuz davranışları yapmaya devam ederken biz de ezildikçe eziliyoruz kendi içimizde. Tarifsiz bir öfkeyle doluyoruz. Neden bu kadar müsamaha gösteriyoruz peki? Neden huzursuzluğa sürüklüyoruz kendimizi? Ben artık bunu yapmaktan vazgeçtim. Sevmek yeterli değil çünkü. Saygı duymak hem ilişkilerimizin huzuru için hem de ruh sağlığımız için daha önemli. Saygı duymadığımız davranışlara ses çıkarmamız gerek. Ne kaybederiz? Arkadaşlığımızı mı? En azından dürüst olmuş oluruz. Dürüstlüğümüz sonucunda devam eden arkadaşlıklarımız da öncekinden çok daha sağlam olur.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Günün Tavsiyesi

Tavsiyede bulunmadan önce, tahminde bulunuyorum ki bu filmi duymayanınız pek yoktur. İzleyenler de büyük çoğumluktadır. Hiç duymayan ya da izlemeyen varsa da diyeceğim tek şey var; çok büyük şeyler kaçırıyorsunuz. Günün tavsiyesi bu denli büyük bir film işte; "The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli)" .
 Filmimiz 1994 yapımı bir Stephen King uyarlaması. Haksız yere mahkum edilen bir adamın hikayesini, hapishanede kurduğu ilişkileri esas alan filmin başrollerinde Tim Robbins ve Morgan Freeman var. Filmi izlemek için Morgan Freeman'ın oynaması bile yeterli, zira ben onun adı geçen filmi tereddütsüz izlerim. Filmi izleyince kendi kendinize hayret edeceksiniz. Böyle bir hikaye ortaya çıkarmak herkesin harcı değil çünkü, büyük bir zekanın ürünü. Oyunculuklar, kurgu her şey muazzam. Tamamlamadan IMDB tarafından gelmiş geçmiş en iyi film seçildiğini ve tüm türler arasında da  dünyanın en beğenilen ilk üç filmi arasında olduğunu belirtmekte fayda var.

Olmak ya da Olmamak


Annem hep der ki; “Ne olursan ol, en iyisi ol.”
Olmak? Neye göre, kime göre? Ne zaman olmuş oluruz?
Aklımızı kurcalayan birçok soru var değil mi? Neden kendimizle ilgili bir karar alırken bu kadar çok düşünürüz peki? Neden istediğimiz şeyi belirleyip hemen uygulamaya geçmeyiz?  Cevap çok açık. Çünkü; kendi hayatlarımızı başka hayatlara çok bağlıyoruz. Desteklenmeyi, sevilmeyi, değer görmeyi; kendimizi sevmeye, kendimizi değerli görmeye tercih ediyoruz. Mutlu olmanın koşulunu diğer insanlar tarafından kabul görmeye bağlıyoruz. Ama bu yanlış. Hem de çok yanlış. Biz kendimize değer vermezken, kendi kararlarımızı kendimiz veremezken diğerleri neden bu kadar umrumuzda? Çünkü; korkuyoruz. Dışlanmaktan, yalnız kalmaktan, kabul görmemekten korkuyoruz. O kadar korkuyoruz ki ne olmak istediğimize değil, ne olmamız gerektiğine odaklanıyoruz.
Gazetecilik okumak istediğimde ben de çok karşılaştım bu tepkilerle. Gerek arkadaşlarım, gerekse akrabalarım tarafından çok defa motivasyonum kırıldı. “Gazetecilik okuyup ne yapacaksın? “ , “Tatilin yok, doğru düzgün iznin yok,çalışma saatlerin belli değil.” , “Öğretmen olmak varken gazetecilik mi okunurmuş?” ...
Sonra annem geldi ve dedi ki “Ne olursan ol, en iyisi ol. İster gazeteci ol, ister öğretmen ya da başka bir şey. Eğer; yaptığın işi gerçekten seviyorsan ve onun için mücadele edersen eninde sonunda başarıya ulaşırsın. Yeter ki sahip olmak istediklerin için savaşmayı bil.”
Cevap yine çok açık. Düşünsenize, sırf istenildiği için kararlar alıyorsunuz ve kısa vadede başarılı da oluyorsunuz belki. Sonrası? Tüm hayatınızı sevmediğiniz, mutlu olmadığınız alanlarda uğraşarak harcıyorsunuz. Belki de bir zaman sonra mücadele etme gücünüz kalmıyor ve sevdiğiniz alanlara yöneliyorsunuz. Arada kaybettiğiniz zamanı nasıl telafi edeceksiniz?  Sevdikleriniz için mücadele ederken de yorulabilirsiniz elbette. Sevdiğiniz meslekler, sevdiğiniz insanlar, sevdiğiniz sporlar,hobileriniz... Ama en azından daha katlanılabilir gelecek gözünüze. Çünkü; onu siz istiyorsunuz ve karşınıza çıkan zorluklar sizi diğer seçenekler kadar yıpratmayacak.
Bırakın size söylenenleri, dayatılmak istenenleri. Ne olmak istediğinize karar verin ve bu yolda ilerleyin. Var olmanızın koşullarını yalnızca kendiniz belirleyin.

3 Ağustos 2012 Cuma

"Biri"


Her insanın hayatında; yaşadığını hissettirecek, yaşadığına şükrettirecek, onu çıkmazlardan kurtaracak biri vardır.
Bu biri bazen konuşmaya en ihtiyacınız olan kişidir. Duygularınızı artık içinizde tutamayıp paylaşmak istediğinizde ilk aklınıza gelendir. Onun söyleyecekleri; karar vermenizde,doğruları ya da yanlışları görmenizde çok etkilidir. İşin içinden çıkamadığınızda bir telefon kadar uzağınızdadır.
Bazense yanında saçmalamak istediğinizdir. Mantıklı davranmak zorunda değilsiniz, kibar olmak zorunda değilsiniz. Müzik açıp saçma sapan dans edebilirsiniz, ona ağzınıza gelen küfürleri edebilirsiniz sonra da karşılıklı gülersiniz. Bu biri stresinizden arınmak için birebirdir. Anne/baba figürüne bürünen birileri de olabilir hayatınızda. Bana küçük kızıymışım gibi davranan birileri olduğu gibi. Korumacıdır bu biri, başınıza gelebilecek kötülüklerden uzak tutmak ister. Küçük çocuğuymuşunuz gibi agucuk gugucuk sever. Rüyasında sizi kötü bir şekilde görüp soluk soluğa arayarak iyi olduğunuzu öğrenmek ister.
Başka bir biri daha olabilir hayatınızda, kendisinden birçok şey öğrenebileceğiniz. Yeni kitaplar, yeni filmler, yeni akımlar kısaca yeni dünyalar tanıyabileceğiniz. Size hitap eden bu yeniliklerle daha sağlam bir “kendim” olgusu oluşturabileceğiniz.
“Biri” bazen tek kişiyi ifade ediyorken sizin için, bazen farklı bedenleri ifade edebilir. Her iki durumda da herkesin hayatında sahip olduğu ve kaybetmenin eksik hissettireceği biri mutlaka vardır.

Günün Tavsiyesi


"Bir, iki... Freddy bulacak seni
Üç, dört... çabuk git kapını ört
Beş, altı.... yanından ayırma haçı
Yedi, sekiz.... bu gece uyuma deriz
Dokuz, on... Freddy geri dön..."    dizelerinden anlaşılacağı gibi bugünün tavsiyesi "A Nightmare On Elm Street (Elm Sokağında Kabus)". Şunu en başta belirtmeliyim ki kendisi kült filmler listelerinde oldukça üst sıralardadır ve korkusever olun ya da olmayın ölmeden önce bu filmi izleyin. Şahsım adına konuşmam gerekirse, eski yapım filmleri daha çok seviyorum. Yüksek teknolojinin bulaşmadığı, görsel efektlerin çok yaratıcı olmadığı ve düşük çözünürlüklü yapımlar bana daha samimi geliyor. Duyguyu daha iyi hissettirebiliyor. Öteki türlüsü biraz yapay sanki. Neyse, film 1984 yapımı olması sebebiyle de tercih sebebi benim için. İlkokulda, karanlık odada tek başına izlediğim kahramanımız Freddy Krueger, beni korkutmanın aksine çocukluk kahramanım olma ünvanına sahiptir.
Krueger, yaşadığı dönem içinde çocuklara türlü işkenceler ve sapıklıklar yapan bir psikopattır. Çocuklarına yapılanları öğrenen veliler, bu sapık adama cezasını kendileri vermek isterler. Bir otoparkta onu köşeye sıkıştırıp yakarak öldürürler. Oysa bilmiyorlardır ki onun için ölüm sadece bir başlangıçtır. Yıllar sonra Krueger; cehennemde daha da zararlı hale gelen bir ruh olarak, ölümüne sebep olan insanların yaşadığı yerde yani "Elm Sokağı"nda, gençlerin rüyalarına girer ve türlü işkencelerle öldürür. "A Nightmare On Elm Street" adı altında 7 filmin dışında, "Freddy vs Jason" ile 2010 yapımı yeniden çevirim "A Nightmare On Elm Street" filmleri de bulunmakta. Modern zamanın birçok korku filminde de göndermeler yapılması, filmimizin korku filmi sektörünün can damarlarından biri olduğunu göstermekte.
Evet,şu an izleyince büyük ihtimalle korkmayacaksınız. Eleştirebileceğiniz birçok çekim hatası ile de karşılaşabilirsiniz. Ya da basit gelebilir gözünüze. Ama yapmayın 1984 yapımı bir filmden bahsediyoruz. O zamanki imkanlarla daha iyisini çıkartamazlardı karşınıza.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Lise Komedisi


“Nasıl geçti habersiz, o güzelim yıllarım
Bazen gözyaşı oldu, bazen içli bir şarkı...”


Bugünkü yazım; üstteki dizelerden de anlaşılacağı gibi kaynağını geçmişten alıyor. Geçmişe özlemden. Bahsettiğim geçmiş ise “lise yılları”.
Yazıyı yazmamda belki de en büyük etken dün üstüste izlediğim iki lise komedisi filmi. Büyüdüğümü hissettim, bir zamanlar lanet ettiğim o günlere artık dönemeyecektim, ütülemeye üşendiğim o üniformayı artık giymiyordum, sabahki zoraki uyanmalar yoktu, makyaj yapmak bile zevkli değildi Ayten Hocaya yakalanma korkusu olmadan...  Evet; benim komedimin hayat bulduğu yer “Ümraniye Lisesi”ydi. Nefret ettiğim Ümraniye ilçesinin en ana caddelerinden birinin üstünde, kızlarının Ümraniye lise modasını oluşturduğu, erkeklerinin kasım kasım kasılıp okul bahçelerinde modelvari yürüyüşleriyle tanındığı, kavgasız haftasının olmadığı, derse girmeden önce sıra olurken bile büyük eğlencelere ev sahipliği yapan canım okulum.
İlk gün okula gitmeye utandığımı hatırlıyorum. O kadar güzel kızlar, o kadar yakışıklı erkekler vardı ki girişte. Ben daha çocukluğu pürüzlenmemiş, ayakları yere sağlam basmayan bir küçük kızcağız. Herkes öylesine emindi ki kendinden  benim okula girmem için annemin devreye girmesi gerekmişti. Evet,  lisenin ilk günü beni okula annem götürmüştü J
Neyse ki içeriye girdiğimde ortaokuldan arkadaşlarımı bulmuştum da ürkekliğimi çabuk atlatmıştım. Bilenler bilir, lisede birkaç kişilik arkadaş grubuna sahip olmak büyük bir armağandır. Daha güçlü, daha yenilmez, daha güzel ya da daha yakışıklı hissedersin kendini. Zamanla o arkadaşların bazıları daha da çok yer eder kalbinizde, bazıları ise yerini daha sağlam arkadaşlara bırakır. Birlikte aşk acısı çektiğiniz, birlikte eğlendiğiniz, birlikte kurallara karşı gelmeye çalıştığınız, birlikte cezalandırıldığınız, birlikte kıskandığınız, birlikte yaşadığınız arkadaşlarınız.
Lise demek öğrenmek demek, isyan etmek demek, kendini kabul ettirme çabası demek, acı çekmek demek.

“Liseye gitmek istemiyorsun ama, en güzel acılar lisede çekilir. Kaçıracağın onca acıyı düşün.” Der yeğenine Frank “Little Miss Sunshine”da.

Bir düşünsenize ne kadar acıklı günler yaşamışız cidden. En büyük derdimin sevdiğim çocuğun yeni kız arkadaşı olduğunu zannederdim. Onunla geçireceğim bir günü, hayatımın geri kalanına yeğelerdim. Zaten, o zamanlar şimdiki kadar kendiyle barışıkta değildim, ağlamalarla zırlamalarla başetmeye çalışırdım o büyük acımla. Arkadaşlarım da aşıktı benim gibi. Bazısı haftada bir sevgili değiştirirken, bazısı  benim gibi yıllarca aynı insana sadık kalmıştı. Kısaca hepimiz aşıktık o dönem. Bir de işin en komik kısmı isim takmalar vardı. Gerek arkadaşlarımıza gerekse sevdiğimiz insanlara taktığımız isimler, yıllar sonra bile popülaritesini korumakta. Sevdiğim insan kırmızı mont giyiyor diye “Kırmızı Pırıltı” dediğimi hatırlıyorum. O zamanlar “Kopuk, Keş, Hurdacı, Piko” diye seslendiğimiz arkadaşlarım ise ayrı bir dünya. Hala aramızda geçer bunların esprisi. Nasıl geldim bu günlere inanın bilmiyorum. Nasıl da geçti göz açıp kapayıncaya kadar koca 4 sene?


Çok özlediğim için, hatırlamak ve hatırlatmak istediğim için biraz uzun oldu bu sefer. Şunu da söyleyip bitirmek istiyorum, lise hayatınız pişmanlıklarla dolu olmasın. İçindeyken çok cazip gelmeyebilir; ama sonrasında burnunuzun direği sızlıyor inanın. Keşke diyorum tekrar dönsem daha çok emin olsam kendimden, gidip açılsam o sevdiğim insana,  o zaman korkup yapmadıklarımı yapsam... Yine de her şeyiyle yaşanmaya değerdi o günlerim. Mutlu sonla bitti benim lise komedim.

Günün Tavsiyesi

Yıllar önce okuduğum, tadı damağımda kalan, şu an olsa yine aynı heyecanla okuyabileceğim harika kitap. Uyumayı, yemeyi, arkadaşları unutup bir günde bitirmiştim.
Kendi adıma, bir şey okurken ya da izlerken; gerçek dünyadan kaçıp nefes alma imkanı veren hikayeleri seviyorum. Daha farklı dünyalar, alternatif seçenekler, sahip olduğumuz hakimiyet alanları...
Bu kitapta bu bakımdan benim için harika bir yanıt.
Konusu şöyle; modellik yapan genç kadın kabuslar görmeye başlar. Derin araştırmalar sonucu reenkarnasyon yaşadığı ortaya çıkar ve bunu çözmek için uzun ve zorlu bir süreçten geçer.
Umarım seversiniz.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Günün Tavsiyesi


Carte D'or Çikolatalı Sufle sadece süt ekleyerek hazırladığınız harika bir lezzet.
İçinden kek kalıplarının çıkması onu daha da pratik hale getiriyor.
Yoğun çikolata severler için ideal.Daha hafif tatlar tercih edenler ise yanında kaymaklı dondurma ile servis yapabilir.











Günaydın


Saat 05:47. Bir güneşin doğuşunu daha kaçırmışım,hava aydınlanmış.Yanımda şekersiz ve kremasız acı kahvem; beni kendime getiriyor. Kuş sesleriyle rüzgarın uğultusu ise bana eşlik ediyor. Mutluyum.
Yalnızım. Yanımda ne bir arkadaşım var ne de aşığım. Şu an sadece kendime aşığım. Çok param da yok öyle, evimin küçük balkonunda oturuyorum. Ama mutluyum, huzurluyum. Aldığım nefes, soluduğum bu tertemiz hava bana umut veriyor. Tuttuğum kalem, karaladığım bu boş sayfa bana kendimi iyi hissettiriyor. Hayatın o gürültüsünden, karmaşasından çok çok uzağım.
Zaten hiçbir zaman anlamamışımdır durduk yere hayata olmadık anlamlar üreten, kendine gereksiz dertler edinen insanları. Elindekiyle yetinmek, elindekine şükretmek varken; hep daha fazlasında gözü olan insanları. Tamam; insanların tabii ki hedefleri, gelecek ile ilgili hayalleri olmalı da bir dur bakalım. Önce bugünü yaşa, bugünün tadını çıkar. Çıkar ki geleceğe umutla bak. Hayat gerçekten o kadar kısa ki, senin dünyanı kararttığın hiçbir sıkıntıya değmez. Şimdi kalk yerinden ve sana iyi gelen ne ise onu yap. En sevdiğin şarkıyı dinle, sevdiğin bir film izle ya da ılık bir duş al... Bugünün tadını çıkar. 

Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...