28 Kasım 2016 Pazartesi

Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar? Alışık Olduğumuz Bir Sihir Evreni mi? - Yepyeni Bir Keşif mi?



''Harry Potter'dan önce de sihir vardı!'' sözüyle yola çıkan, bizleri alışık olduğumuz Harry Potter evrenine davet eden Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar'ı birçok Pottersever gibi ben de aylardır çok büyük bir heyecanla bekliyordum. Beklediğimi buldum mu, bulamadıysam neden, gelin aşağıda birlikte göz atalım.

Her şeyden önce, filmlerini izlemeden kitaplarını okumuş olan bir Harry Potter hayranı olarak, kitabını okumadan hikayeye dalmak Fantastik Canavarlar tarafında bende büyük bir eksiklik yarattı. Kitap okuma alışkanlığı edinmiş kişiler bilir, kitaplarda anlatılan hikayeler her zaman daha fazla derinliğe sahip olur, yaratıcı yönünüzü ortaya çıkartır. Dolayısı ile daha hakim olduğunuz hikayeyi içselleştirmeniz de daha kolaydır. Harry Potter da benim için tadı bilindik en sevdiğim yemek, ara sokaklarına kadar bildiğim doğduğum şehir gibiydi çünkü ilk kitabından son kitabına, tüm hikayeyi önce kitaplarla tanıdım. Filmlerde atlanan detaylar, benim hafızamda her zaman vardı ve olay örgüsü asla kopuk kopuk olmadı. Fantastik Canavarlar'a baktığımızda ise, her ne kadar film bize Harry Potter'ın bilindik sihirli dünyasını vadetse de, benim tarafımda arası doldurulamayan çok fazla sahne geçişi ve neden öyle olduğunu anlamadığım bir sürü olay vardı. Bunlardan birkaçını aşağıda listelemem gerekirse... (yazının bundan sonrası spoiler içerebilir!)


- Baş kahramanımız Newt Scamander'ın tam olarak kim olduğunu bilmiyoruz. Tamam, fantastik canavarlara ilgisi olan İngiliz bir sihirbaz olduğunu ve bir bavul canavar ile Amerika'ya yolunun düştüğünü anladık ama fantastik canavarlara nasıl ilgi duymaya başladı mesela? Hogwarts'tan atıldıktan sonra kariyerine nasıl devam etti? Şu yüce oturumda bahsedilen halk kahramanı abisi kim?
- Fantastik Canavarlar döneminin ve tabii ki filmimizin çok korkulan kötüsü Grindelwald tam olarak kim ve neden o kadar kötü? Sonuçta Harry Potter evreninde, ilk kitaptan itibaren Voldemort'un kim olduğunu ve ondan neden o kadar çok korkulduğunu biliyorduk. Serinin devam kitaplarında hayatına dair daha fazla detay edinmemizin yanında, hikayenin başında da ona dair birtakım izlenimlerimiz vardı. Grindelwald ismi daha önce Ölüm Yadigarları'nda geçiyordu ama neden muggle dünyası ile bir savaşa girmeye ihtiyaç duyuyor, onu buna iten ne bilmiyoruz?
- Hatırlarsanız, Harry Potter ve Ateş Kadehi filminde çok özlü iksir içen Barty Crouch Junior, Profesör Moody kılığına girmişti. Bu filmde de Grindelwald'ın, Colin Farrell tarafından canlandırılan Percival Graves'in yerine geçtiğini öğrendik en sonda. Peki gerçek Percival'a ne oldu? Kimdir bu Percival Graves? Ben şahsen Farrell'i filme çok yakıştırmıştım, ancak fan sayfalarından okuduğum bazı yorumlara göre devam filmlerinde göremeyeceğiz kendisini. Bu demek oluyor ki, Percival'ın hikayesini asla derinlemesine öğrenemeyeceğiz.

Percival Graves rolünde Colin Farrell
Yukarda saydığım maddeler dolayısı ile, genel anlamda film bende biraz eksik kalmışlık hissi uyandırdı. Tabii ki bu eksik kalmışlığin ana sebebi, hikayenin aslında Harry Potter'da olduğu kadar büyük bir derinliğinin olmaması. Potter evreni olay örgüsünün ince ince örüldüğü, her detayında yeni şeyler keşfettiğimiz bir evrendi. Fantastik Canavarlar ise ilk etapta bir yan hikayeyken, şu an seri olarak değerlendirilen daha büyük bir organizasyona dönüşmüş durumda. Kitabı bile 72 sayfalık, derin bir anlatımın yer almadığı, temelde fantastik canavarların tanıtıldığı bir Hogwarts ders kitabı.

Eksik hissettiğim noktaların sonrasında, gelelim filmin sevdiğim yönlerine. Olumsuz o kadar yorumun ardından sanmayın ki filmi sevmedim!
Filmi sevmemin en başlı sebebi tabii ki, ne kadar beklediğimden kopuk da olsa hikayenin bir sihir evreninde geçmesi ve bu evrenin bizim alışık olduğumuz bir evren olması. Muggle (gerçi bu hikaye ile Amerika'da sihir yapmayanlara büyüdışı dendiğini de öğrendik), cincüce, hipogrif, Dumbledor, Hogwarts gibi alışık olduğum terimler duymak çok büyük bir mutluluk sebebiyken; bahsettiğim büyüdışı örneğinde olduğu gibi yeni şeyler de öğrenebildiğimiz bir hikaye olması açısından heyecan uyandırıcı. Bununla birlikte, orijinal Harry Potter müziğinin, Fantastik Canavarlar için yeniden düzenlenmiş versiyonunu da çok sevdim. Ayrıca serinin toplamda 5 filmden oluşacağını öğrenmek de beni ayrı mutlu etti, çünkü bu demek oluyor ki yukarda saydığım cevapsız kalan sorularım büyük ölçüde cevaplanabilir. Bununla birlikte! Son sahnede Grindelwald olarak Johny Deep'i görmek sizin de ağzınızı açık bırakmadı mı?!

Ron'un Fantastic Beasts'teki el yazısı
Tüm bunların yanında, baktım hikayeye kendini kaptırmadan olmuyor - daha derin bir anlatıma ihtiyacım var - neden kitabı okumuyorum ki arkadaş dedim kendime. Yani bu yazıyı yazarken, Fantastik Canavarlar'a karşı daha büyük bir heyecan duyuyorum içimde, çünkü kitabı okumaya başladım. Henüz ilk sayfalarda olmakla birlikte - yine spoiler - hikayenin ilerleyen süreçte Potter evreni ile daha bağlantılı hale geleceğini bilmek, Ron'un o alışık olduğumuz tatlı saçmalıklarına bu hikayede de şahit olmamız, kendine has söylemiyle sayfa kenarlarına iliştirdiği notları kalbimi pır pır ettirmeye yetiyor. (Nasıl yani Ron mu demeyin, kitap bitince detaylıca yazacağım.)



P.S. Kitabın ne yazık ki şu an için Türkçe versiyonunu ben bulamadım. Hiçbir online alışveriş sitesinde de stoklarda kalmamış. ''Ben de okumak istiyorum.'' diyen potterhead'ler için, İngilizce pdf linkini şuraya bırakıyorum http://bit.ly/2gaSBvN

Queenie Goldstein
Künyeden bahsetmeden yazıyı bitirmek olmaz diyenlerdenseniz, başrolde Newt Scamander karakteri ile benim bayıldığım bir İngiliz aktör Eddie Redmayne yer alıyor. Kendisine daha önce Her Şeyin Teorisi filmini izleyip aşık olmuştum. The Danish Girl'de de çok çok iyi olduğunu söylüyorlar, en kısa zamanda izlenecekler listemde yer alıyor. Bence duyguyu izleyiciye geçirmek konusunda çok başarılı bir oyuncu kendisi. Diğer rollerde ise Porpentina Goldstein olarak Katherine Waterston, Queenie Goldstein olarak Alison Sudol ve tatlı muggle'ımız Jasob Kowalski olarak ise Dan Fogler var. Ürkütücü Obscurus Credence rolünde Ezra Miller'ı atlamak olmaz, zira bence kendisi önü çok açık genç oyunculardan. Daha önce The Perks of Being a Wallflower ve We Need to Talk About Kevin filmleriyle dikkat çekmişti. Yakın zamanda da Flash olarak karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Benim bu film için açık ara favori karakterim ise, tatlılığı ile içinizi ısıtan Queenie Goldstein. Karakter olarak benzemeseler de Friends'teki Phoebe gibi bir enerjisi var, yüzünüzü gülümsetiyor.
Filmin yönetmenlik koltuğunda ise Harry Potter'ın son 4 filmini de yöneten David Yates oturuyor. Devam filmlerini de muhtemelen yine Yates'ten izleyeceğiz ki imdb abimiz öyle diyor.

Devam filmleri demişken, diğer 4 film ne zaman tamamlanır bilinmez, (herhalde 40 yaşlarımı görürüm sonlarına geldiğimizde, 2. film için 2018'den - 3. film için 2020'den bahsediliyor) gelin biz bu arada önce Fantastik Canavarlar'ın kitabını okuyalım sonra bilgilerimizi tazelemek için Harry Potter evrenine tekrar bir kucak açalım. En azından ben en baştan bi kitapları okumayı düşünüyorum tekrar.

Orijinal soundtrack'in Fantastik Canavarlar'a uyarlanmış versiyonunu da paylaşıyorum aşağıda. Öpüldünüz!


5 Ekim 2016 Çarşamba

Like Sunday Like Rain / Yağmurlu Bir Pazar Günü



İçinizi ısıtan, yer yer tebessüm etmenizi, yer yer ise kalbinizde bir yerlerde bir burukluk hissetmenize sebep olan ''arkadaşlık'' temalı fimleri hep çok sevmişimdir. İşte ''Like Sunday, Like Rain'' tam da öyle bir film.

Film izlerken seçiminizi neye göre yapıyorsunuz bilmem, herkesin karar mekanizması farklı çalışıyordur sanıyorum. Ben daha çok oyuncu odaklı yaparım film tercihlerimi. Sevdiğim bir oyuncunun diğer yapımlarını da keşfetmek isterim. Farklı karakterlere nasıl hayat verdiğini görmek, o oyuncuyu daha iyi analiz etmeme yardımcı olur çünkü.
Bu filmi de izlemek istememin sebebi, bir dönemin çok ses getirmiş Gossip Girl dizisinde Blair Waldorf (nam - ı diğer Queen B) karakterini canlandıran Leighton Meester oldu. Meester, Gossip Girl'deki dikkafalı, gösterişli Waldorf'tan çok daha farklı bir hikaye sunuyor bu filmde izleyiciye. Ailevi ilişkilerinde ve erkek arkadaşıyla ilişkisinde problemler yaşayan, maddi anlamda da belini bir türlü doğrultamayan Eleanor, bir anda 12 yaşındaki dahi çocuk Reggie'ye bakıcılık yaparken buluyor kendini. Film aslında bu noktada küçük çaplı bir yanılsamaya sokuyor sizi. Eleanor'un, Reggie'nin hayatına yön vereceğini zannederken, Reggie küçük yaşına ve baskı altındaki hayatına rağmen Eleanor'un elinden tutan kişi oluyor.

Reggie'yi, ilk kez ekran karşısına çıkan Julian Shatkin canlandırıyor ve canlandırdığı karakter gerçekten çok zeki. 8 aylıkken okumayı söken, çok küçük yaşlarda karmaşık matematik problemlerini çözebilen, Chello çalan, beste yapan bu dahi çocuğun her zengin ailede olduğu gibi (filmlerde bize gösterilen zengin aile yaşantılarından bahsediyorum tabii) baskı altında kalmak gibi bir problemi var. Her gün yapması gereken ödevleri, yemesi gereken besinler, uyması gereken davranış şekilleri... Okula bile yürüyerek gidemiyor, çünkü onun için maaş alan bir şoförleri var vs. Tüm bunlara rağmen, bu filmde diğer yapımlardan farklı olan şey ise, Reggie hiç de asosyal, isyankar, karalar bağlamış, kontrol altındaki hayatından usanmış bir çocuk değil. Yer yer annesinden gizli de olsa okul gezilerinden kaçan, yeni restoranlar keşfetmeyi, favori filmlerini izlemeyi tercih eden küçük bir dünya tatlısı!



Filmde sürpriz bir karakter olarak ise dünyaca ünlü rock grubu Green Day'in Billie Joe Armstrong'unu görüyoruz. Eleanor'un problemli erkek arkadaşını canlandırıyor kendisi ve yine gerçekte olduğu gibi müzisyen bir karaktere hayat veriyor.

Yönetmenliği ve senaryosu Frank Whaley'e ait olan, özellikle klasik müziğin yoğun olarak işlendiği film, hele ki havalar da biraz serin ve buğuluysa, sizlere çok keyifli dakikalar yaşatıyor. Duru ve dingin bir ruh haline ihtiyacınız varsa, ya da zaten dinginseniz ve modunuzu hiçbir şey bozamasın istiyorsanız gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim Like Sunday, Like Rain'in iç ferahlatan soundtrack'ini de aşağıda paylaşıyorum.

Önemli not: Ne yazık ki Türkçe Altyazılı bir seçeneğini internette bulamadım. Dublajlı izlemek istemeyenlerin Torrent'ten indirmesi gerekli.



25 Ağustos 2016 Perşembe

SUICIDE SQUAD / GERÇEK KÖTÜLER


Yazıya geçmeden bir yorumumu belirtmek istiyorum, arkadaş bu filmlerin orijinal isimlerinden sapıp bu kadar saçma isimler bulmak hoşunuza mı gidiyor? Gerçek Kötüler nedir yani? (Teşekkürler teşekkürler…) Artık film yorumu kısmına geçebiliriz.

Anti Kahramanlar, tüm hikayelerde (gerek dizi ve filmler, gerekse de basılı hikayelerde) her zaman olaya heyecan katan, pis pis sırıtmanıza sebep olan, bir yandan nefret etmenize bir yandan da karşı konulmaz bir çekime sahip olan karakterlerdir. En azından benim için bu hep böyle olmuştur. Harry Potter’da Draco Malfoy, The Vampire Diaries’te Damon Salvatore, Leon the Professional’da Stansfield gibi gibi… (ve evet ben her bir karaktere de tek tek aşık olmuşumdur.)
Bu anti kahramanların temelde benzer özelliklere sahip olduklarını görürüz. Acılı bir çocukluk geçirmişlerdir, sevdikleri insanlar onları hep göz ardı etmiştir, kadın karakterler çoğunlukla genç yaşlarında suistimal edilmiş - sonrasında ise buna bir daha izin vermemek adına sert bir havaya bürünmüşlerdir, yok efendim daha fazla güç - daha fazla itibar için gözlerini hırs bürür çünkü çocukluklarında hep sınıfın alay edilen çocuğu olmuşlardır vs. Hep bir dışlanmışlık, hep bir sevgilerinin karşılığını alamama durumu yani. İnsanın kalbi yumuşamıyor mu biraz?

Yaptığım kapsamlı girişten de anlayacağınız üzerine anti kahramanlar benim zayıf noktalarımdan biri ve ben 12 Ağustos’ta visyona giren Suicide Squad’a BA - YIL - DIM! Tamam belki o kadar da bayılmadım (neden olduğunu aşağıda açıklayacağım.) Ama çok sevdim.

Başrollerde Will Smith, Jared Leto, Margot Robbie ve Cara Delevingne yer alıyor. Smith ve Leto ikilisini çok çok severek takip ettiğimi söylemek isterim. Özellikle Jared Leto, daha çocuk yaşlarımda izlediğim How to Make an American Quilt'teki ilk rolü ile ‘’Allah’ım bu ne tatlı çocuk’’ diye ağzımın açık kalmasına sebep olmuştur. 30 Second to Mars da zaten lise dönemlerimde deli gibi dinlediğim bir müzik grubu.

Margot Robbie’yi ilk kez izledim. Daha önceki rollerini bilmediğim için kıyas yapamıyorum, ama Harley Quinn filmin en deli, en tatlı, en ilgi çekici ve en izlenesi karakteriydi bence. Ki kolay da bir karakter değil, bu yönden bakarsak oyuncunun başarılı bir performans sergilediğini söyleyebilirim kendi adıma. Hele ki bir ‘’Pudding!’’ diyişi var. Yok böyle bir tatlılık ^^ 

Delevingne’yi ise birçok kişi gibi ben de popüler dünyadan, sosyal medyadan, çalkantılı aşk yaşantısından vs tanıyorum ama bir yapımda ilk kez izledim. Doğruyu söylemek gerekirse önyargılıydım, ama Büyücü rolünde gayet başarılı olduğunu düşünüyorum. Yani tamam, daha iyisi olamaz mıydı? Olabilirdi tabii ama Delevingne ile de kötü değildi.

Genel olarak filmin konusuna gelirsek… Deadshot, Harley Quinn, Captain Boomerang, El Dablo gibi bir sürü kötü karakterimiz FBI tarafından ‘’İntihar Timi’’ olarak adlandırılan bir ekip haline getiriliyor. Bu ekibi, süper güçler tarafından gelen saldırılarda kullanmak istiyorlar. Ekip, ilk başta bunu kabullenmek istemese de, ekibin kurucusu Amanda Waller’ın türlü tehditleri yüzünden zorunda kalıyorlar.
Filmdeki baş kötümüz (kötünün de kötüsü oluyor sanırım bu durumda) Delevingne’nin canlandırdığı Büyücü yani Enchantress karakteri. 
Enchantress, Dünya’yı hükmetme planları kurarken, İntihar Timi’nin gerçekleştirmesi gereken bir görevi var. İşte biz filmde bu görevi gerçekleştirme serüvenlerini izliyoruz.

Filmi genel olarak çok sevdiğimi yukarda da belirtmiştim. Oyunculuklar iyi, izlemesi eğlenceli, renkli bir film olmuş. Yalnız benim en çok sinirimi bozan şey, NEDEN JOKER’İ DAHA FAZLA GÖREMİYORUZ?!! Joker’i Leto’nun canlandıracağını öğrendiğimde çok sevinmiştim, çünkü böyle deli bir karaktere çok yakışacağını düşünmüştüm. Nitekim de öyle olmuş. Şimdiye kadarki izlemesi en zevkli Joker’di bence. (Bunun sebebi Leto’ya olan hayranlığım da olabilir tabii.) Ama bu film özelinde, ana karakterlerden biri olmadığı için (İntihar Timi’nin içinde yer almıyordu.) çok da fazla göremedik kendisini. Bu benim için filmin eksilerinden biriydi açıkçası. Özellikle Harley Quinn’le birlikte olduğu sahneler bitmesin istedim. Joker’in Quinn’i sahiplendiği ve bu tatlı kıskançlık yüzünden bir adamı öldürüşü var ki sormayın gitsin. (İlişkiye bakış açım kalp ben)



Bunun da dışında, film genel anlamda amacına hizmet etmiyordu bence. Yani elinde ultra güçlü ve ultra kötü bir ekip var. Sen gidip ona tırışka (başka nasıl açıklarım bilemedim) bir görev veriyorsun ve… O görevi başka türlü de hallederdin yani ''bir Superman’e, Batman’e karşı getirseydin ya bu adamları’’ demeden edemiyor insan.
Ama anladığım kadarı ile bu hikaye de seri filmlere bağlanacak ya da karakterler özelinde hikayeler ortaya çıkacak. O zaman daha keyifli hale gelir diye ümit ediyorum. Ben bu haliyle de çok sevdim. İzleyin izlettirin efenim.


Unutmadan, filmin soundtrack’lerinden Heathens adlı parçayı da şuraya bırakıyorum. Filmi izledikten sonra açıp açıp dinlenesi <3


2 Ağustos 2016 Salı

Şimdi Bahama'larda Olmak Vardı!




Yüksek sıcaklık ve nem yoğunluğunun beraberinde bunaltan havalar, sabah yumuşacık yatağınızdan kalkıp Anadolu'dan Avrupa'ya geçmek suretiyle işe gelmek zorunda olmak, Snapchat ve Instagram gibi sosyal medya uygulamalarında arkadaşlarınızın yaptığı deniz kenarı paylaşımlarını görmek... Sizce de hayat fazlaca ağır davranmıyor mu bize son günlerde?

Sizlerle bir hayalimi paylaşmak istiyorum sevgili dostlar! İşmiş, güçmüş, İstanbul'un bunaltıcı sıcağı ve trafiğiymiş bir kenara bırakın.. Birbirini itip kakan, toplumsal görgü kurallarından bir haber insancıkların olduğu otobüs, metro ve metrobüsleri de unutun. (evet son zamanlardaki takıntım bu.)
Gelin sizlerle Bahamalar'a gidelim! Birkaç metre ilerinizde turkuaz rengi deniz olsun. Şezlonga uzanmışsınız, tepenizde dev yapraklardan oluşan bir şemsiye. Hafif hafif esen bir rüzgar eşliğinde, güzellik uzmanı iki kadın size manikür ve pedikür yapıyor. (cinsiyete ve tercihlerinize göre bu kısmı kişiselleştirebilirsiniz tabii. Manikür, pedikür yerine masaj da yapıyor olabilirler. Ya da güzellik uzmanı iki kadın yerine harika vücutlu, Yunan Tanrısı masözler de yer alabilir hayallerinizde :P
Gözleriniz kapalı rüzgarı hissedip deniz kokusunu içinize çekerken, en sevdiğiniz parça da hafif hafif arka planda çalıyor olabilir. Son olarak ise bol buzlu, nane yaprakları ve limon dilimleri ile lezzetlendirdiğiniz bir cin toniği de uygun bir yere ekledik mi tamamdır!!

Son haftalarda ne zaman bunalsam, sıkılsam, hiçbir şey yapmadan saatlerce oturmak istesem bu hayale tutunuyorum. Arkadaşlarımın ''Sanki her gün Bahamalar'dasın'' diye dalga geçmelerine aldırmadan, birkaç dakika bu hayalle kendimi avutuyorum. Bana iyi geliyor. Gün boyu, günün getirdiklerine kafayı takıp canımı sıkmak da bir şeyi değiştirmiyor sonuçta.

Hayat çok çabuk geçiyormuş sevgili dostlar. Daha dün gibi üniversiteye başladığım gün. Canımız istemezse derse gitmezdik, final çıkışı denizde alırdık soluğu. Ne vardı da iş hayatı başladı, yapmamız gereken işler elimizi ayağımızı bağladı ben de bilmiyorum. Tek bildiğim anın tadını, mümkün olan en iyi şekilde çıkarmaya çalışmak. Dilerim bu günleri de aratan günleri görmeyiz. Zamanla daha iyi olur her şey, daha keyifli yazlar, eğlenceli kışlar yaşarız.

Yazının sonunda, hayallerinize eşlik etmesi için şu parçayı dinleyebilirsiniz. Ben çok severim ^^




15 Ocak 2016 Cuma

Bir Toplu Taşıma Sorunsalı Olarak, Fütursuzca Öksürüp Hapşıran Teyzeler ve Amcalar


Yine hastalıktan yakamı kurtaramadığım bu kış günlerinde, ‘’Ben nerede yanlış yapıyorum?’’, ‘’Neden sürekli hastayım?’’ sorularının cevaplarını ararken buldum kendimi. Sabah yataktan kalkamayan, sürekli uyuma ihtiyacı hisseden, C vitaminlerinin - multivitaminlerin masasından eksik olmadığı bir insan haline dönüştüm.

Malumunuz hepimiz işlerimize ya da okullarımıza gidip gelirken otobüs, metrobüs, metro gibi toplu taşıma araçlarını kullanıyoruz. Özellikle benim gibi Anadolu - Avrupa yakaları arasında mekik dokuyorsanız, İstanbul’un trafik sorununa daha çok maruz kalıyorsunuz demektir. Ümraniye’deki evimden, Şişhane’deki ajansıma gidip gelmek zaman zaman (özellikle akşam iş çıkışı saatleri) 3 saati bulabiliyor. ‘’3 saat ne mk!’’ diye düşünebilirsiniz, ama gelin görün ki Altunizade - Ümraniye tarafında yıllardır bitmek bilmeyen bir Çekmeköy - Üsküdar metro hattı çalışması var ki bu ayrı bir yazının ve edilecek bolca küfürün konusu.

Bizim şu anki konumuz ve ben bu konuda gerçekten çok sinirli zamanlar geçiriyorum; toplu taşıma araçlarında fütursuzca öksüren, aksıran, hapşıran teyzelerimiz ve amcalarımız.

Yine bir gün oturmuş ‘’Ulan ben neden sürekli hastayım?’’ sorunusunun cevabını ararken, otobüste hapşıran ve tüm otobüsü iğrenç tükürük kokusu ile dolduran amcamız hislerime tercüman oldu. Zaten ellerimizdeki mikropları araçlardaki her yere bulaştırdığımız yetmezmiş gibi, bir de hastalıklarını bu şekilde aynı aracı kullanan diğer insanlara bulaştıran insancıklarımız var.
Tamam maske kullanma alışkanlığımız yok toplum olarak, biliyorum. Hatta ben zaman zaman kullandığımda veremliymişim gibi bakışlara maruz kaldığımdan anlıyorum, maske Türk toplumunca kötü bir şey.
Bre adam, bre kadın! Bari yanında peçete, mendil taşı falan da oraya öksür, hapşır ya da her neyse… Biz sizin virüslerinizi solumak, taşıdığınız hastalığa marız kalmak zorunda mıyız? Sonra neden hastalıktan iki yakam bir yana gelmiyor? 


Bu yazıyı okuyan herkesten ricam okuyun, mümkün olan herkese de okutturun lütfen. Daha fazla nice yiğitlerimiz yataklara düşmesin. Acım acınız olsun, belki gören olur da ''Ay evet maske takayım ya da en azından peçeteye öksürüp hapşırayım.'' diye düşünür.
Sağlıklı günler dilerim.
Hürmetler, sevgiler, saygılar.

Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...