4 Ağustos 2017 Cuma

Dorihwaga - Bir Cicegin Sesi

Kisisel Degerlendirme: 8,5/10
Oyuncular: Bae Su-Ji, Ryoo Seung-Ryong
Tur: Muzikal, Dram
Sure: 109 dakika

En son izledigim Kore filmi, basrollerinde Bae Su-Ji ve Ryoo Seung-Ryong'un yer aldigi Dorihwaga. Bae Su-Ji, daha bilinen adi ile Suzy'i hem sarkici hem de iyuncu olarak severim. Filmi izlemek istememin sebebi de hem Suzy'nin yer almasi, bunun da otesinde bir pansoru hikayesinin anlatilmasiydi. Bilmeyenler icin pansori, Kore'de eski krallik zamanindaki teatral bir gosteri. Bizdeki orta oyunu gibi dusunulebilir. Bir yandan bir hikaye canlandirilirken bir yandan sa sarkilar soylenerek muzikalite de isin icine giriyor. Beni taniyanlar bilir muzikalleri ne kadar sevdigimi, o sebeple bu filmi de buyuk bir keyifle izledim.

Film Kore tarihinin ilk kadin pansori sanatcisi Chae-Sun'un hikayesini anlatiyor. Sadece erkeklerin pansori sanatcisi olarak kabul edildigi Joseon (Kore Krallik donemi) zamaninda, kucuk yasta ailesini kaybeden ve bir Ginseng evinde hizmetli olarak hayatina devam eden Chae-Sun'un tek yapmak istedigi sey sarki soylemektir. Yasalar buna izin vermez, cunku o zamandaki genel kani pansorinin sergilenmesi cok zor bir sanat oldugu ve kadin bedeninin - sesinin buna dayanamayacak oldugudur.
Shin Jae-Hyo ise o donemin bilinen en iyi pansori ustalarindan biridir. Chae-Sun, yilmadan usanmadan Shin Jae-Hyo'yu kendisine pansori ogretmesi icin takip eder. Gel gelelim, ilk etapta bu duruma kati bir sekilde karsi cikan Jae-Hyo, zaman icinde bu genc kadinin azminden etkilenmeye baslar. Yine de yasalarin ne dedigi cok aciktir ve Jaseon Hukumdarligi, pansori soyleyen bir kadini kolay kolay kabul etmeyecektir.

Ilk paragrafta da dedigim gibi, ben hikayeyi ve hikayenin aktarilis bicimini cok sevdim. Tekrar izlemek istedigim filmler arasinda yerini aldi bile Dorihwaga. Kore'de beklentileri karsilayamayan bir film oldugunu biliyorum, ama bunun sebebinin Kore'nin genel olarak bu sekildeki sanatsal ve dramatik filmleri cok tercih etmemesine baglayabilirim. Gelmis gecmis en cok izlenen filmler listelerine bi goz atarsaniz, cogunlukla aksiyon filmlerinin ya da dramatik ask hikayelerinin tercih edildigini goreceksiniz.

Bae Su-Ji, oyunculuguna bayilmamamin yaninda, izlerken rahatsiz da olmadigim bir aktris. Dream High, Big, Architecture 101, Gu Family Book, Uncontrollably Fond gibi tum yapimlarini izleyen biri olarak; ozellikle bu filmdeki performansini cok sevdim. Sesini zaten cok begeniyorum ve bu filmde de izlemek ayri keyifliydi o sebeple. Ryoo Seung- Ryong ise daha once sadece Personal Taste'te izledigim bir oyuncu. Ama genel olarak Kore'nin en iyi aktorlerinden kabul edildigini biliyorum.

Izlerken sizi gecmis anilariniza goturen, yer yer gozlerinizi dolduran, yer yer yuzunuzu gulumseten ama en sonunda kalbinizde bir burukluga sebep olan (finalinden dolayi, yapimin kalitesinden degil) bir film Dorihwaga. Dedigim gibi ben cok sevdim, ozellikle muzikal drama severlere siddetle tavsiye ederim.

Iyi seyirler simdiden!

Kore Dizi İncelemesi - Tomorrow with You


Kisisel Derecelendirme: 7/10
Oyuncular: Shin Min-Ah, Lee Je-Hoon
Kanal: tvN
Tur: Romantik, Fantastik
Bolum Sayisi: 16

Benim kadar fazla dizi-film izleyip de bu kadar nadir yazan baska bir blog sahibi yoktur herhalde arkadaslar. Ozellikle konu Kore oldugunda, "En harika Kore izleyicisi benim.'' diyen izleyiciden daha fazla hak iddia edebilirim eminim. Yine de karakterimin en belirgin ozelligi olan usengecligim sayesinde ayda yilda 1 yazi paylasabiliyorum izlediklerim hakkinda. Kore yapimlari hakkinda elle tutulur cok fazla blog da yok aslinda; bu sebeple Kore yapimlarina ilgisi olanlarin kolaylikla okuyabilmesi icin yavas yavas izlediklerimi yaziya dokmeye karar verdim. Bakalim usengecligim beni yolumdan ali koymazsa.

Bu yola, yakin zamanda izledigim; Kore'de cok tutulmayan ama anladigim kadari ile ulkemizde bir hayli izleyicisi olan Tomorrow with You ile baslamak istiyorum. Dizinin ulkemizde bu kadar tutulmasinin sebebini ben Lee Je-Hoon'un Signal'den sonra patlayan popularitesine bagliyorum. Shin Min-Ah'in popularitesinden bahsetmeye zaten gerek duymuyorum. Genel izleyici kitlesinin aksine ben kendinisi My Girlfriend is a Gumiho ile degil, basrolunu So Ji-Sub ile paylastigi Oh My Venus ile kesfettim. Sonrasinda da 2008 yapimi My Mighty Princess adli filmini izledim. Acikcasi bu diziyi izleme sebebim de Shin Min-Ah oldu. Le Je-Hoon'bu bu diziden once sadece Architecture 101'de Bae Su-Ji ile birlikte izlemistim ki o zamanlar tabii cok gencti ve acikcasi beni etkileyen bir yani da yoktu filmdeki karakteri ya da oyunculugunun.

Gelelim dizinin konusuna ve benim hakkindaki yorumlarima. Dizi bir zaman yolculugu hikayesini konu aliyor, ama bunu klise yontemlerle degil farkli bir bakis acisi ile ele aliyor. Bu sebeple genel anlamda ilgimi ceken bir konusu vardi. Yoo So-Joon, gecirdigi bir metro kazasi sonrasi, zaman yolculugu yapabilme yetenegi kazanir. O nasil is demeyin, bu yetenegi kazadan 44 gun sonrasinda, kazanin yasandigi bolgeye tekrar gitmesi ile kazaniyor ve neden bilmem 44 sayisinin Asya ulkeleri arasinda ozel bir anlami var. Bizde nasil Hidirellez zamani dilekler tutuyoruz, ona baglayabilirsiniz hikayeyi.
Neyse, bu yetenegini sadece metro yolculugu sirasinda kullanabiliyor kendisi. Song Ma-Rin ise, cocukken cok populer bir televizyon dizisinin cok sevilen cocuk oyuncusu iken, ilerleyen yillarinda bir iste dikis tutturamamis bir karakter. Annesi dahil cevresindeki kimseyi memnun edememek en buyuk imtihani. Derken bir sekilde (ne sekilde oldugunu diziyi izlerken kesfetmeniz icin yazmiyorum) bu iki karakterin yollari kesisiyor ve kaderlerini degistirmek icin birlikte bir yola girmeleri gerekiyor.

Dizinin sevdigim yonlerinden biri, ana hikayenin zaman yolculugu ve gelecegi yoluna koymak uzerine kurulu olmasinin yaninda, bolumler ilerledikce ana odaklanmak ve sevdiklerimizle vakit gecirmenin onemini kavriyorsunuz. Kore'de cok sevilmemesinin nedenini ben  cok fazla dram, zengin erkek - fakir kadin, arapsacina donen ask ucgenleri gibi kliseler icermemesine bagliyorum. Bu sebeple de izlemek cok keyifli, sizi bogmuyor dizi. Ama bazi zamanlarda da kendini cok tekrar ettigi zamanlar oluyor, ozellikle son bolumler. Final bolumunde ise, bunu izleyicileri memnun etmek icin yaptiklarini dusunuyorum, ilk bolumden beri cizdikleri cercevenin disina cikiyorlar. Benim en buyuk kafa karisikligim bu yonden oldu aslinda. Madem boyle bir secenek de vardi, neden en bastan beri bu kadar sey yasandi derken bulabilirsiniz kendinizi.
Yine de tatli bir ask hikayesi izlemek ve keyifli zaman gecirmek istiyorsaniz tavsiye edebilecegim bir yapim Tomorrow with You.
Farkli yazilarda, farkli Kore yapimlari ile bulusana kadar.. Simdilik hoscakalin!

3 Ağustos 2017 Perşembe

Pleasantville, Siyah-Beyaz Bir Dünyaya Kucak Açın


Hayatınızdaki bazı şeyler size çocukluk zamanlarınızı hatırlatır. Bazı kokuların yıllar öncesinden bir yaz tatilini hatırlatabileceği gibi, bazı filmler ya da diziler de çocukken ailenizle ya da arkadaşlarınızla birlikte geçirdiğiniz güzel zamanları getirir gözlerinizin önüne. İşte Pleasantville benim için öyle bir film.

Kaç yaşındayken izlediğimi hatırlamasam da, izledikten sonraki birkaç gün etkisinden çıkamayışım dün gibi aklımda. Çünkü daha önce herhangi bir benzerini izlememiştim. Hikayesi çok acayip gelmişti o zaman. Şu an bile genel olarak değerlendirdiğimde yine aynı kanıya varıyorum. İşin trajikomik yanı, o yıllarda tekrar izlemek istediğim zaman filmi hiçbir yerde bulamamıştım. İsmini hatırlamıyordum çünkü. Yıllar sonra rastgele bir "Mutlaka İzlenmesi Gereken Filmler" listesinde kendisiyle karşılaştığımda ise, 20'li yaşlarımın başındaydım.

Başrollerinde Tobey Maguire ve Reese Witherspoon'un yer aldığı filmin yapım yılı 1998. Yönetmenlik koltuğunda ve senaryoda ise Gary Ross'u görüyoruz. Kendisini Lassie ve The Hunger Games gibi yapımlardan hatırlamak mümkün. Shameless'in alkolik babasi William H. Macy ve Fast and Furious serisinden tanidigimiz ve yakin zamanda bir trafik kazasinda hayatini kaybeden Paul Walker ise yan rollerde yer aliyor. Filmin 1999 yılı Akademi Ödülleri'nde En Iyi Ses, Kostum ve Sanat Yonetimi kategorilerinde 3 Oscar adaylığı olduğunu belirtmekte de fayda var.
Konusuna geldiğimizde ise; David ve Jennifer, tamamen zıt karakterlere sahip iki kardeştir. David okulun ezik tiplerindenken, Jennifer popülerler grubunda yer alır. Ders çalışmak ya da kitap okumak gibi aktiviteler yerine erkek arkadaşıyla takılmak ya da arkadaş grubu ile dışarda eğlenmeyi tercih eder. David ise hoşlandığı kıza açılmaya cesaret bulamaz ve zamanının çoğunu Pleasantville adlı televizyon programını izlemekle geçirir. Yine bir gün bu programı izlemek için kız kardeşi ile kavga ettiği sırada televizyon kumandasını kırarlar. O da ne? Anında gizemli bir televizyon tamircisi belirir ve onlara sihirli bir kumanda verir. Bu kumandayı kullanmaları ile birlikte ise, kendilerini televizyonun içinde, Pleasantville'in siyah-beyaz dünyasında bulurlar.


Buraya kadar anlattığım kısımdan anlayacak olursunuz ki, çocukken bu filmi sevme sebebim, sihirli bir kumanda ile televizyonun içine girmeleri ve o siyah-beyaz dünyadan kurtulmak için verdikleri mücadele idi. Fantastik bir dünyanın içindeymişim gibi hissettiriyordu o zamanlar. Ama ilerleyen yaşlarda tekrar izlediğimde, konunun bundan çok daha derin olduğunu farketim. İşin içine siyasiler de giriyor, aynı renkten olmayanların nasıl ötekileştirildiğine ve ötekileştirmek için nasıl kılıflar uydurulduğuna da tanıklık ediyorsunuz. Ben biraz George Orwell'in 1984'ünü de düşündüm izlerken. Neden aynı olmak zorundayız, aynı olduğumuzda kontrol edilmek daha mı kolay oluyor acaba? gibi sorular sorarken bulabilirsiniz kendinize. Belki de en önemlisi, film size kendinizi keşfetmeniz için gereken gazı veriyor. "Keşfet!" diyor, "Yerinde Sayma. Daha çok oku, seyahat et. Sınırlarının dışına çık. Hayır demekten korkma, hoşlanmadığın durumlarda tepkini belli etmekten çekinme. Kim olduğundan utanma, saklanma." 

Velhasıl kelam, ben bu filmi çok seviyorum sevgili dostlar. Sizlere de izlemenizi, daha önce izlediyseniz de farklı bir bakış açısı ile tekrar izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Bir sonraki yazıya kadar, sevgi ile kalın! 

6 Haziran 2017 Salı

Roma'da Yeme İçme Rehberi


Rehber dediğime bakmayın, dört günlük tatilden yola çıkarak tüm Roma'yı genelleyemeyiz tabii ama kısa da olsa tatilimizde nereleri keşfettik, neleri sevdik - sevmedik onları paylaşmak istiyorum biraz. Başlamadan uyarayım, ''Zevkler ve renkler tartışılmaz'' demişler. Yazıda aktardıklarım tamamen kişisel izlenimlerimden oluşmaktadır. Belki de benim sevmediklerimi siz çok seveceksiniz, kim bilir!

Roma'nın gezilip görülecek yerlerinden bu yazımda bahsetmiştim. O sebeple şu an direkt konuya giriyorum. İtalya diyince ister istemez envaiçeşit lezzetli yemekler canlanıyor insanın aklında değil mi? Lezzetli mi lezzetli değişik soslu makarnalar, peyniri uzayan pizzalar, lazanyalar, tatlılar... Biz de bu hayallerle yola çıkmıştık arkadaşlar, ama ne yazık ki çoğunlukla umduğumuzu bulamadık.

Makarnadan başlayalım. Bir kere şunu söyleyeyim, suç İtalyan'ların değil. Bizim de değil. Sorun tamamen yemek kültürümüzün farklılığından kaynaklanıyor bence. Çünkü bize kıyasla, onlar makarnayı çok daha diri tüketiyorlar. Al dante dediklerine bakmayın, ben de makarnayı öyle hamur gibi yiyenlerden değilim. Ama pişmemiş de yiyemem. Baya baya pişmemiş yiyorlar makarnaları, bir de bizdekinden çok daha kalın yapıyorlar belki ondan bilemedim.
Farklı bloglarda ve internet sitelerinde rastlayıp da, ''haydi bir de burada deneyelim'' dediğimiz çok ünlü bir makarnacı, Pastificio. 12'de açılıyor dükkan ve sadece iki çeşit makarna pişiriliyor., Makarnalar bittiğinde ise o gün dükkan kapatılıyor. Önünde sıraların olduğu bu makarnacı bile tatmin etmedi bizi. Yine de ''çok ünlü İtalyan makarnacı''da makarna denedik mi, denedik. Olumlu tarafından bakmak lazım hikayenin. Bir restoranda yemek yerine, pişmemişini alıp kendiniz pişirmeyi düşünürseniz, üzerinde yazan süreden bir 7-8 dakika daha fazla pişirdiğinizde gerçekten lezzetli oluyor ama. Ben öyle yaptım, size de öneririm.

Gelelim pizzaya. Pizza lezzetliydi Allah için. Ama, hani öyle Türkiye'de arayıp da bulamayacağınız,
İtalya'dan başka yerde yiyemeyeceğiniz bir lezzet mi? Hayır. Belki de biz İstanbul'da dünya mutfaklarının farklı çeşitlerde yemeklerini kolaylıkla bulabiliyoruz, o sebeple çok şaşırtmadı lezzetler. İki tip pizza var bu arada. Benim favorim baya incecik, kaşarı uzayan ve daha yumuşacık bir versiyonu; diğeri ise oldukça kalın, peynirinden çok ana malzemenin ön plana çıktığı ''Take Away'' tarzı pizzalar. Bu pizzaları gram ile satıyorlar. İki dilim alıp, Trevi Çeşmesi'nin kenarında dikilerek yiyebilirsiniz mesela (dikilerek ne demekse, tam Türk tanımı oldu neyse). Biz öyle yapmıştık, pizzalarınızı Trevi Çeşmesi yakınlarındaki Pizza in Trevi adlı pizzacıdan alabilirsiniz. Ikı dilim pizza yaklaşık 5 Euro civarlarındaydı Aralık ayında. Yalnız küçük bir hatırlatma, almadan önce ısıtmalarını rica edebilirsiniz. Sıcakken daha lezzetli oluyorlar çünkü. İnce dediğim versiyonu da herhangi bir restoranlarda bulabilirsiniz. Ama Pantheon bölgesinde çok şık mekanlar var. Hem yemeğinizi yiyip hem de atmosferin keyfini çıkartmak için bu lokasyonu tercih edebilirsiniz.

Yukarıda söylediğim her şeyi bir kenara attıracak, tiramisu deyince akan suları durduracak Pompi'de ise belki de hayatınızda yediğiniz en lezzetli tiramisuları yiyebilirsiniz. Böyle süslü kelimeleri boşuna kullanmadım ben arkadaşlar, gerçekten Türkiye'de yediğimizden çok farklı, Yumuşacık, olsa da yine yesem dedirten lezzette tiramisu denemek istiyorsanız, tercihiniz Pompi olmalı. Aklınıza gelmeyecek çoklukta, çeşit çeşit tiramisu yapıyorlar ama kişisel önerim klasik dışında çilekli tiramisuyu da kesinlikle denemeniz yönünde. Kreması çok taze, keki yumuşacık, çok şekerli değil, kesinlikle baymıyor. Üstelik fiyatı da uygun, sadece 4 Euro.

Kahvaltı için de öyle ayrı bir mekan aramanıza gerek yok. Biz ilk iki günün ardından anladık ki, her yerde her şeyi yiyebiliyorsunuz çoğunlukla. Bizdeki gibi fırın kültürleri zaten yok. Çoğunlukla kruvasan, muffin ve yanında marmelat gibi tatlı besinler tüketiliyor kahvaltıda. Yine de sıcak ve tatlı bir atmosferde kahvaltınızı etmek istiyorsanız, İspanyol Merdivenleri'nin yakınlarındaki Grano'yu gönül rahatlığı ile önerebilirim. Rengarenk tartlar, kek ve kurabiyeler dışında özellikle kahvesi çok lezzetli! İki kişi 4 kruvasan ve 2 latte için 11 Euro gibi bir şey ödemiştik, ama siz bizim açgözlülüğümüze bakmayın, ikişer kruvasanı bitiremedik bile :)

Son olarak dondurmaya da değinmeden olmaz değil mi? Bizdekinden farklı olarak daha kremamsı bir yapıda olan İtalyan dondurmasına ''gelato'' deniyor ve çoğunlukla külahta da kapta da alsanız kaşıkla servis ediliyor. Çok çeşitli aromalarda bulmak mümkün ve dükkanların en ünlüsü Giolitti.


İtalya mutfağından aktaracaklarım şimdilik bu kadar. Birdahaki sefere kadar sağlıcakla kalın, hoşçakalın!


5 Haziran 2017 Pazartesi

İrlanda'da Dil Eğitimi - GNIB Nedir? Süreç Nasıl İşler?

General Post Office
The Garda National Immigration Bureau, bilinen adı ile GNIB, İrlanda'ya uzun dönem dil eğitimi için gelen yabancı vatandaşların almak zorunda olduğu bir yerleşim izni. Peki nedir tam olarak bu GNIB, süreç nasıl işler, başvuru sırasında ya da sonrasında dikkat etmeniz gerekenler nelerdir? Hepsinin cevabını vermek için buradayım!

Diyelim İrlanda'ya uzun dönem eğitim için geleceksiniz ve vize başvurunuzu yaptınız. Başvuru yaptığınız esnada bunu size söylemiyorlar, ama vizeniz 3 aydan daha uzun süreyi kapsamayacak arkadaşlar. Uzatmak için GNIB kart yani İrlanda'ya yerleşim hakkı almanız gerekiyor. Bunun için de, vizeniz çıktıktan sonra ''şu adresten'' randevu alıyorsunuz. Randevu almak için İrlanda'ya gelmeyi beklemenize gerek yok, zaten çoğunlukla iki ay sonrasına veriyorlar. Yani ne kadar erken alırsanız, o kadar iyi

Randevuyu aldınız, İrlanda'ya geldiniz. GNIB alana kadar, ülkeden ayrılma izniniz yok. Ayrılırsanız tekrar giremezsiniz, çünkü ilk etapta vizeyi tek girişlik veriyorlar. GNIB başvurusu, Dublin şehir merkezindeki Irısh Naturalisation and Immigration Office'de gerçekleşiyor. Randevu saatinizden yarım saat öncesinde varmanızda fayda var, numara alıp sıra bekliyorsunuz çünkü. Tabii bir de evraklarınızın da eksiksiz olması gerekiyor.


Peki bu evraklar neler?
  • Okuldan alacağınız, ödemeyi yaptığınıza ve o okulun öğrencisi olduğunuza dair mektup
  • Sağlık sigortası. (Medical Insurance) Sigortanın İrlanda'lı bir şirketten yapılmış olması gerekiyor. Çoğunlukla kaydolurken okullar bunu size sağlıyor zaten. Sağlamamışlarsa, kayıt öncesi bu konuyu bir görüşün.
  • Banka hesap dökümü. ''Bankanın yine bir İrlanda bankası olması, daha rahat bir başvuru geçirmenizi sağlar.'' diyorlar. Bu konu hakkında net bilgim yok, ama okulumdan da beni burdaki bir bankada hesap açmam konusunda yönlendirmişlerdi. Bir de bankada 3.000 Euro gösterilmesi gerekiyor diyorlardı daha önce, ama başvurumda banka hesap dökümüme bakmadılar bile açıkçası. Bu maddenin de altına imzamı atamayacağım. Siz yine bankada aşağı yukarı bu miktarlarda bir para göstermeye bakın.
  • Randevu aldığınızda size gelen mailin bir çıktısı.
Evraklarınız bunlar. Bunların dışında, buraya dikkat, daha önce size yine kimse söylememiş olabilir çünkü; başvuruda 300 Euro ödeme yapmanız gerekiyor. Nakit ödeme almıyorlar. Kredi kartı ya da banka kartınız ile başvuru sırasında ya da başvuru öncesinde bankaya yatırarak - dekontunuzla ödemeyi gerçekleştirebilirsiniz.  Buraya kadar her şey yolundaysa, size yine kimsenin daha önce bahsetmediği bir şey söyleyeceğim, vizeniz GNIB kart aldıktan sonra da tek girişlik olmaya devam ediyor arkadaşlar! Evet, ben de ilk duyduğumda küçük çaplı bir şok yaşamıştım, ama çoklu giriş için yeni bir başvuru daha yapmanız ve ekstra bir 100 Euro ödemeniz gerekiyor.

Gelelim çoklu giriş başvurusuna. Eğer vizenizi çoklu giriş istemiyorsanız ve ''Türkiye'ye dönene kadar İrlanda'da kalırım ben'' diyorsanız,, bu 2. adımı es geçebilirsiniz. Ama ''ben Türkiye'ye ya da Avrupa'ya ziyaret etmek istiyorum'' derseniz, bu başvuruyu yapmak durumundasınız.
Bunun için izleyebileceğiniz iki yol var. İlki, daha önce GNIB randevusu aldığınız linkten bu işlem için yeni bir randevu alabilirsiniz. Ama bu şekilde 8 haftaya kadar uzayabiliyor süreç. Daha temiz ve hızlı olanı, GNIB kartınızı aldığınız gibi, gerekli evraklarla Post Office'i ziyaret edebilirsiniz. Gerekli evraklar ise şu şekilde,
  • Pasaportunuz
  • GNIB kartınız
  • 2 adet biometrik fotoğraf (eğer Türkiye'de başvuru sırasında çekildiğiniz fazla fotoğrafınız varsa, yanınızda getirmeyi unutmayın)
  • 100 Euro ödedeğinize dair dekont (Bu ödemeyi Post Office'te yapabiliyorsunuz)
  • Başvuru Formu (Başvuru formunu Immıgration Office'ten temin ediyorsunuz)
  • Okul mektubu. Bu kez, devamlılığınızı da içeren daha farklı bir mektup almanız gerek. Ayrıca, devamsızlığınızın %20'den fazla olmaması gerekiyor. %80'in altındaki katılımlar için herhangi bir garanti vermiyorlar.
Buraya kadar tamamsa, evraklarınızı postaya verip, pasaportunuzun size gelmenizi beklemekten başka yapacağınız bir şey yok. 10 ile 15 gün içinde gönderildiğini söylüyorlar. Belirtmeden geçmeyeyim, postaya vermeden önce GNIB kartınızın fotoğrafını çekmeyi unutmayın. Aksi taktirde elinizde herhangi bir ID bulunmuyor.

Umuyorum yeterince detaylı ve aydınlatıcı bir şekilde açıklayabilmişimdir süreci. Aklınıza takılan her türlü soru için, yorum kısmına sorularınızı bırakabilirsiniz.
Şimdiden bol şanslar!

30 Mayıs 2017 Salı

Yurt Dışındaki Eviniz ''Roma''


İlk olan her şey biraz bilinmemezlik, belki biraz ürkeklik barındırır. Ne ile karşılaşacağınızı bilmediğiniz için bazı ön hazırlıklar yapmanız gerekir. Ben de haliyle, seyahatimiz öncesinde biraz tedirgindim. Günlük yaşam nasıl, insanların yaklaşımı bizden çok farklı mı, nerede ne yenir - ne içilir gibi sorularımın çok ötesinde; bizden çok da farklı olmayan, kendimi hiç yabancı hissetmediğim bir şehir ile karşılaştım. O sebeple de Roma için yapacağım en iyi tanımlama ''Yurt dışındaki eviniz'' oldu.

Bundan yaklaşık dört ay önce, Aralık ayının başında ziyaret ettik Roma'yı. Eğer seyahatiniz için aceleniz yoksa, Christmas sebebiyle Aralık çok doğru bir zaman olacaktır. Çam ağaçları ve kozalaklar gibi dönemin ruhunu yansıtan envai çeşit süslemeler, şehre daha farklı bir gözle bakmanızı sağlayabilir. Neyse, lafı fazla uzatmadan nerelere gittik, neler yedik gibi detayları aktarmaya geçiyorum.

Pegasus sağolsun, aylar öncesinden uygun fiyatlı  biletlerimizi aldık ve yolculuğa çıkacağımız günü bekledik. Kış mevsiminin başlangıcı olmasına rağmen  ılık bir hava ile karşıladı bizi Roma. Şehrin tam göbeğindeki; Roma Forumu, Kolezyum, Aşk Çeşmesi ve İspanyol Merdivenleri gibi turistik noktalara yürüme mesafesinde olan otelimiz  Hotel Impero'yu gözü kapalı tavsiye edebilirim. Daha uygun fiyatlı başka hosteller de tercih edebilirsiniz tabii ama konforu ve güvenliği ön planda tutuyorsanız Impero ihtiyaçlarınızı karşılayacaktır. Dört günlük tatilimizin ilk gününde Aşk Çeşmesi'ni, ertesi gün Kolezyum'u ve İspanyol Merdivenleri'ni ziyaret ettik biz. Kolezyum ve Roma Forumu birbirine yakın noktalar olmasının yanında, tek güne sığdırılamayacak kadar büyükler. Eğer zamanınız varsa, bu iki noktaya 1'er gün ayırmanız daha yerinde olacaktır. Üçüncü günümüzde Roma Forumunu ziyaretimizin ardından ise, son günümüzü Villa Borghese Bahçeleri'ni ve Pantheon'a ayırdık. Tabii bu esnada İtalya'nın farklı lezzetlerini keşfetmeyi de ihmal etmedik ama bu konudaki düşüncelerim sizi biraz hayal kırıklığına uğratabilir.

İlk olarak Aşk Çeşmesi'nden bahsetmek istiyorum. İtalyan'ların deyimi ile Fontana di Trevi, en bilinen yönüyle hayatınızın aşkını bulmanızı sağlayan bir çeşme. Bu batıl inanış, eğer tek bozukluk atarsanız Roma'ya tekrar gideceğinize, iki bozukluk atarsanız Roma'da evleneceğinize ve üç bozukluk atarsanız bir İtalyan ile evleneceğinize işaret ediyor derler. Ne kadar inanırsınız orası size kalmış tabii ama, tedbiri elden bırakmamak adına biz birkaç bozukluk ile denedik şansımızı. Çeşme otelimize çok yakın olduğu için, hemen hemen her gün önünden geçtik ve ister gece olsun ister gündüz, etrafı hep çok kalabalıktı. İspanyol Merdivenleri ise Gucci, Chanel gibi ünlü markaların konuşlandığı bir alanın merkezinde yer alıyor. Arkanıza İspanyol Merdivenleri'ni aldığınızda, önünüz hep mağaza. Dar sokaklarda muntazam şekilde hizalanmış bu mağazaların arasında küçük küçük pub'lar da bulabilirsiniz. Ayrıca, birçok forumda sıkça bahsedilen ünlü makarnacı Pastificio da bu alanda yer alıyor.

Kolezyum ve Roma Forumu, en başta da belirttiğim gibi yan yana iki nokta. Tek bilet ile (sanıyorum 25 Euro gibi bir fiyatı vardı) iki noktayı da ziyaret edebiliyorsunuz. Biletiniz iki gün geçerli. Bu sebeple acele edip tek güne sığdırmanıza gerek de yok. Kolezyum da, Roma Forumu da barındırdıkları tarihsel ruh ve mimarileri ile kendilerine hayran bırakıyolar sizi. Uzun yıllar önce inşa edildiklerini de göz önünde bulundurduğunuzda gerçekten hayret ediyorsunuz. Sanırım Roma ile ilgili en  sevdiğim şeylerin başında, tarihsel değerlerini çok güzel bir şekilde muhafaza etmiş olmaları geliyor. Baktığınızda, gelişmiş bir Avrupa ülkesinin başkenti Roma. Her daim çok kalabalık, ama buna rağmen yürüdüğünüz her sokakta, gördüğünüz her yapıda yüzyıllar öncesinin izlerini görmeniz mümkün. Biz biraz İstanbul'da Nişantaşı - Taksim taraflarına benzettik şehrin doğasını ve yapıların muntazamlığını.

Pantheon ise, yine Kolezyum'a çok uzak olmayan bir noktada; şehrin göbeğinde bulunuyor. Kelime anlamı olarak ''Tüm Tanrı'ların tapınağı'' anlamına geliyormuş. Ücretsiz ziyaret etmeniz mümkün. Geniş tavanlı, yine tarihin izlerini taşıyan bir mimari. Ayrıca bu bölge, gece hayatının zengin olduğu bir bölge. Çevresindeki çeşit çeşit pub'dan istediğinizi tercih edebilirsiniz. Roma çoğunlukla pub ve restoranların konuşlandığı; bar kültürünün çok zengin olmadığı bir şehir sanıyorum. Ya da biz rast gelmedik bilmiyorum ama insanların tatlı tatlı sohbet edip, şarkılara eşlik ettiği ve şaraplarını yudumladıkları publar, zaten her zaman öncelikli tercih olmuştur benim için. Son gecemizin doğum günüme denk gelmesiyle birlikte, Pantheon çevresindeki Pummarola'yı tercih ettik biz. Tatlış minik masaların birbirine yakın yer aldığı, sıcak atmosfere sahip bir mekan. Şansımıza garsonlardan birinin de daha önce Türkiye'yi ziyaret etmiş olmasıyla, aramızda tatlı diyaloglar da geçmişti. Nedendir bilmem, Türkiye diyince her muhabbetin sonu futbol takımlarına gidiyor benden söylemesi.

Yeme - içme muhabbetine çok girmeden yazıyı burada noktalamak istiyorum. Gereksiz uzatmamak adına, o konuyu ayrı bir başlıkta değerlendireceğim çünkü. Sorularınız ve merak ettikleriniz olursa yorum kısmına belirtiniz lütfen. Sevgiyle kalın, hoşçakalın!

23 Nisan 2017 Pazar

Dublin Kozmetik Alışverişi


Beni yakından tanıyanlar, başlık yaratma konusunda ne kadar yaratıcılıktan uzak olduğumu bilirler. Bu durumun bir örneği olarak bu yazı ile karşınızdayım işte. Anlamış olacağınız üzere bu kez, Dublin'deki kozmetik alışverişi konusuna değineceğim :D

Bir önceki yazımda bahsetmiştim, bizdeki Watsons ya da Gratis gibi bir kozmetik zinciri var burada, Boots. Ancak bizdekilerden farklı olarak, Boots, ''Pharmacy and Beauty'' diye geçiyor. Kozmetik ürünlerinin yanında, sağlık ürünleri de satıyor.

Mağazanın dar reyonundan bir görüntü
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, burada mağazalarda reyonlar çok dar arkadaşlar. Klostrofobi derecesinde değil ama dar alanlarda zaman geçirmek çok zordur benim için. İçime afakanlar basıyor. Bugün de yine aynı şekilde, reyondaki insanların boşalmasını beklerken mağazayı kaç kez turladım bilmiyorum. Marketlerde de aynı durum geçerli.

Bildiğiniz Sleek, Max Factor, Rimmel London, Loreal Paris, Benefit gibi markaların yanında; No 7, Seventeen, Boirjois, Barry M ve Collection gibi markalar yer alıyor mağazada. Ama her mağazada her marka yok. Büyük olanlarda seçenek daha fazla. Collection ve Seventeen ucuz markalar. £3.99'dan başlıyor genelde ürünler. Max Factor, Loreal yine bizdekinden çok farklı değil, ortalama £10.00'dan başlıyor. Ama tabii hangi ürünün Türkiye'de ne kadar olduğunu bilmediğimden çok detaylı örnek veremiyorum. No 7 de Max Factor ve Loreal ayarında bir marka fiyatlar bakımından. Barry M hem fiyatı hem de anladığım kadarı ile kalitesi iyi bir marka. Ben corrector'larına ve mat likit rujlarına aşık oldum. 5 Euro fiyatları iki ürünün de. Diğer yandan Nyx'in Adorable, Smokey gibi far paletleri 10 Euro. Bizde ise aynı palet 30 TL. Daha ucuz yani.


Duş jeli, roll on gibi ürünler daha ucuz burada. 1 - 2 Euro ortalama fiyatlar. Bir de arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarı ile Batiste kuru şampuanlar Türkiye'de 27 liraymış. Burada 4 Euro. Yani ortalama 16 lira. Dikkatimi çeken bir diğer şey ise, bizdeki Rexona, burada Sure adı ile satılıyor. Emin olmak için baktım evet Unilever'in. Fiyatları da gayet uygun. Ayrıca Garnier'in de roll-on'ları var ve enfes kokuyorlar. Gelirken birkaç tane almayı düşünüyorum onlardan. Deodorantlar ise devasa boylarda. Bizde sanırım 150 ml normal boylar, burda 200 - 250 ml. Bir de daha küçükleri var ama 200 - 250 ml olan ürünler 2 - 3 Euro'lara satılıyor. Pedler de ucuz yine 1- 2 euro civarlarında. Böyle ıvır zıvırları pahalıdır diye gelirken Türkiye'den almayı düşünenler, almayın derim. Boşuna çantanızda yer kaplamasın.


Şimdilik bu kadar. Reyonların darlığı dışında farklı markaları deneyimleyebilme avantajı ve kişisel bakım ürünlerinin fiyatlarının uygunluğu bakımından ben sevdim burayı.
Başka mağaza ve ürün keşiflerinde görüşmek üzere, hoşçakalın!

15 Nisan 2017 Cumartesi

Dublin Rehberi - Vizeyi Alıp Geldikten Sonra Bilinmesi Gerekenler


İrlanda'ya gelene kadar geçen süreci anlattıktan sonra, geldikten sonra nelere ihtiyaç olabileceğini de biraz aktarmak istedim sizlere. O sebeple yazı biraz ordan biraz burdan detaylar içeriyor. Karmaşık gelirse şimdiden kusura bakmayın, ama gelmez diye ümit ediyorum.

Şimdi arkadaşlar, vizeyi aldınız ve her şey bitti değil. Her şey daha yeni başlıyor. Uzun dönem (D) vize alanlar ya da alacaklar için konuşuyorum, İrlanda'nın Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkeler için geçerli olan bir GNIB Kart muhabbeti var. Detayı nedir derseniz açıklayamam, ama siz 3 aydan uzun süre kalmak isteseniz de size vizeyi ilk etapta 3 aydan uzun vermiyorlar. 3 ay vize veriyorlar, sonrası için GNIB Kart almanız gerekiyor. Bunun için önce şu adresten randevu alıyorsunuz. Ama sizi uyarayım, 2 ay sonraya kadar randevu verebiliyorlar, eğer vizeniz çıktıysa buraya gelmeden alın randevuyu. Neyse, siz bu randevuyu beklerken, bir yandan da burda bir banka hesabı açmanız gerekiyor. Çünkü başvuruda, bankada 3.000 Euro göstermenizi bekliyorlarmış. (Bu konuda yazılı hiçbir açıklama bulamadım, sadece çevreden duyduklarım doğrultusunda yazıyorum.) Sanırım Türkiye bankalarını da kabul ediyorlar, ama o zaman daha çok soru soruyorlarmış, daha çok zorluyorlarmış vs. Herkes burdan bir hesap açılmasını tavsiye ediyor. Ama hesap da öyle kolay açılmıyor. Bankaya gidip önce randevu alıyorsunuz, diyelim 2 hafta sonraya randevu verdiler, gidip o tarihte okul mehtubu, sağlık sigortanız ve pasaportunuzla hesap açtırıyorsunuz. Ama Türkiye'den bir sağlık sigortası kabul etmiyorlarmış, bir İrlanda şirketinden almanız gerek. Ben gelmeden okuldan almıştım zaten, o sebeple sorun olmadı.

GNIB başvurunuz sırasında da 300 Euro ödemeniz gerek. Eğer kredi kartı veya debit kart ile ödeyecekseniz o gün yapabiliyormuşsunuz ama eğer nakit olarak hesaba yatıracaksanız, önceden yatırıp dekont götürmeniz gerek. Ben de henüz almadım kartımı, 2 Haziran'da başvuru sırasında neler oluyor hep birlikte göreceğiz.

Peki Dublin'e geldikten sonra ne oluyor? Öncelikle bir hat almanız gerek değil mi? Eğer Türkiye'deki
hattınızı burda kullanmayacaksanız tabii. Burda Tesco, Three, Lycamobile ve Vodafone var. Çoğunluk sanıyorum Three kullanıyor ve hızından da çok memnunlar. Ama biraz pahalı bir hat söyleyeyim. Aylık 20 Euro ödüyor arkadaşlarım. Bende Lycamobile var. Okuldan ücretsiz aldım hattı. İlgili merkezlerde ise top up yapmanız yani bakiye yüklemeniz lazım. Ben 5 Euro'ya 5GB almıştım ilk geldiğimde ve hala onu kullanıyorum. Hızından da oldukça memnunum açıkçası. Tercih size kalmış.

Sıra alışverişe geldi. Bir önceki yazımda açıklamıştım, ''Her gün dışarda yerseniz tabii ki pahalı olur ama marketlerden alışveriş yapmak o kadar pahalı değil'' diye. Peki bu marketler hangileri? Spar, Tesco, Lidl ve Aldi burdaki popüler marketler. Ben henüz hiç Aldi görmedim aman çok duyuyorum. O yüzden hakkında yorum yapamayacağım. Tesco ve Lidl, Spar'a göre çok daha ucuz. Neredeyse yarı fiyatı her şey. İlk geldiğimde Spar'dan alışveriş yapıyordum hep çünkü çok daha fazla şubesi var ve küçük bir market. Ama Tesco ve Lidl bizim Carrefour, Real gibi. Sebze - meyve ve alkol için Lidl'ı, abur cubur ve hazır gıda için de Tesco'yu tercih etmenizi tavsiye ederim. Çeşitler ve fiyatlar farklılık gösteriyor. Bir de ne alırsan 2 Euro'cu var burda, Euro Giant. Ordan da işte ıvır zıvır ihtiyaçlarınızı 1,5 - 2Euro'lara karşılayabilirsiniz. Mesela konvertör, duş lifi gibi gibi. Ben bu gibi şeyler için uğradım hep.


Dışarda yemek hakkında biraz örnek vermem gerekirse, biralar genelde 4.80 - 5.30 civarı. Guinnes, 20 - 30 Cent daha ucuz. Mcdonald's ve Burger King menüleri ise 5.70 - 6.50 civarlarından başlıyor. Big Mac ve Big King sığır etinden yapılıyor, domuz kullanmıyorlar.

Mcdonal's demişken aklıma geldi, burda öğrenciler için Student Leap Card var. Okuldan bir mektup ve 10Euro karşılığında alıyorsunuz. Hem akbil olarak kullanabiliyorsunuz daha uygun fiyatlarla yolculuk yapıyorsunuz, hem de Mcdonald's ve Boots gibi yerlerde indirimler var. Mcdonald's'ta bazı menüler 5Euro mesela. Boots ise burasının Gratis ve Watsons'u gibi bir yer. Orda da %15 indirim oluyormuş. Ben henüz kartımı almadığımdan, arkadaşlarımın söylediklerini aktarıyorum, yeni haftada alınca gerekirse güncellerim inşallah.

Şimdilik bu kadar. Umarım bazılarınıza faydalı olabilmiştir yazım. Çokça sevgiler!

14 Nisan 2017 Cuma

İrlanda'da Dil Eğitimi ve Bilinmesi Gerekenler


Herkese merhaba! Bu yazıyı Dublin'e gelişimin 3. haftasında yazıyor olmam, süreçten ne kadar bunaldığımın ve elimin nasıl da gitmediğini gösterir nitelikte sanırım. Çok zor bir süreçti arkadaşlar, en azından benim için. Neden mi? Gelin süreci en baştan anlatayım size.

Öncelikle, umarım bu yazı İrlanda'ya dil eğitimine gelmeyi düşünen en azından 1 ya da 2 kişinin işine yarar da benim de birilerine bir faydam dokunmuş olur. Ama yazının başında şunu da belirtmem gerekir ki, ben herhangi bir acenta vasıtası ile değil de bireysel başvuru ile geldim buraya. Anlatacaklarım, acentaya müracat edenlerle farklılık gösterecektir.

Yurtdışında dil eğitimi, her zaman en büyük hayallerimden biriydi. Hatta en büyüğü buydu desem daha doğru. Sırada Kore seyahati var, ama şu an konumuz bu değil :P
Dublin, hep hayalini kurduğum ülke değildi aslında. Ben aksanlarına daha yakın hissettiğim için, Amerika'ya gitmek istiyordum en başta. Ama biraz araştırma yapınca gördüm ki, Amerika'daki 3 aylık eğitim masrafları Avrupa'daki 6 aya denk geliyor. ''E aynı parayı harcayasaksam neden 3 ay değil de 6 ay kalmıyorum?'' dedim kendime ve rotayı Avrupa'ya çevirdim.
Avrupa dediysem de, İngiltere'yi lütfen bunun dışında tutun çünkü orası da oldukça pahalı. Ben Malta, Avustralya, Polonya gibi ülkeler yerine İrlanda'ya gelmek istedim çünkü 1.si İngilizce konuşulan bir ülkenin benim için daha faydalı olacağını düşündüm. 2.si ise diğer ülkelerdeki Türk öğrenci nüfusunun son dönemlerde iyice arttığını duydum ve onlardan uzak kalmak istedim açıkçası.

Gelelim 6 aylık bir dil eğitiminin İrlanda için maddi gereksinimlerine. Şunu söylemem gerekir ki, hiçbir şey için acele etmeyin arkadaşlar. Vaktinden önce öten kuşla ilgili bir atasözümüz vardı ama şu an hatırlamıyorum, onu getirin aklınıza. Her şeyin doğru bir zamanı olduğuna ve evrenin size onu öyle ya da böyle getireceğine inanın. Ama bunun için emek harcamayı da ihmal etmeyin tabii. Sadece acele etmeyin, kendinizi üzmeyin. Psikolojik ve maddi anlamda kendinizi hazırlayın ki sonrası güzel olsun. O süreci stres içinde değil de keyifle, tadını çıkartarak yaşayabilin. Bunu neden mi diyorum? En başlarda ben de çok sabırsızdım çünkü. Üniversiteden mezun olduğum gibi tutturdum benim gitmem lazım diye. Ama maddi anlamda çok imkanım yoktu o dönem. Sonra düşündüm, kendimi ve ailemi zorlamak yerine doğru zamanı beklemeye karar verdim. 2 yıl çalıştım ve biraz birikim yaptım. Tabii ailemin de desteği ile, geçen yılın Eylül ayı gibi araştırmalarımı yapmaya başladım. Bir acenta ile başvurmadığım için süreç benim için biraz daha uzun oldu sanırım. Neden acenta ile başvuru yapmadın derseniz, hem komisyon bedeli vs gibi harcamalar yapmak istemedim açıkçası (komisyon almayan bazı acentalar da var sanıyorum ama çok emin değilim) hem de (asıl sebebi bu) benim okul ve diğer harcamalar dışında gösterebildiğim bir 7.000 Euro'm yoktu. Ama acentalar, bu parayı göstermeden başvuru yapamayacağımı söylediler. Ben de risk alıp, yine de başvuru yapmaya karar verdim. (İşin bu kısmı biraz illegal olabilir, umarım bu yazıdan sonra beni ülkeden atmazlar )
İzlediğim süreci aşağıda madde madde anlatıyorum arkadaşlar.

- İnternetten Dublin'deki okulların bir listesini buldum ve en ucuz 3 tanesine mail attım. Bu mailde kendimi tanıttım ve eğitimleri ve ücretleriyle ilgili beni bilgilendirmelerini istedim. (Bu maddeden anlayacağınız gibi benim zaten iletişim kuracak İngilizcem vardı bu arada. Ama yeterli İngilizce'si olmayanlar, yakınlarından da destek alabilir bence.)
- Verdikleri cevaplara ve hissettiğim duygusal yakınlığa bağlı olarak Delfin English School ile yoluma devam etmeye karar verdim.
- 6 aylık eğitim için Kasım ayında bana verdikleri ücret 2250 Euro oldu. Normalde 2500'müş ama indirim dönemine denk gelmişim. Ödemeyi Şubat'ta yaptım ama aylar öncesinde iletişim kurduğum için fiyatı sabit tuttular. Ek olarak 1 aylık konaklama 540 Euro ve sınav ücreti, kitap bedeli falan toplam 3250 Euro'y geldi. (en uygun seçenek haftalık 135Euro olan budget accommodation yani yurt seçeneğiydi benim için)
- Şimdi gelelim başvuru sürecine. Başvuruyu Harbiye'deki VFS Global'e yapıyorsunuz. Bahariye ofisinde İrlanda başvuru kabul edilmiyor. Sağlık sigortası, okul ve konaklama ücretinin ödendiğine dair dekont, dilekçe, sponsor metni ve harcamalar dışında 7.000 Euro gösterdiğiniz banka dökümleri gibi belgeler istiyorlar sizden. Şimdi gelelim illegal kısma. Ben 7.000 değil yaklaşık 5.000 Euro gösterdim bankada arkadaşlar. 17 - 18.000 TL arasıydı sanırım ama emin değilim. Bir de özellikle annemler maaş aldığı gün falan aldık ki hesap dökümlerini, daha fazla para gözüksün. Bir de ben bu banka dökümlerini okul parasını ödemeden aldım. Yani okulun parasını yatırdıktan sonra kalan para 5.000 TL falan oldu ama kabul ediyorum bu biraz riskli bir davranış :D O hafta içinde ödedim diyelim parayı, başvuru yaptığımda dökümler hala günceldi.

Gelelim işin can sıkıcı kısmına. 26 Şubat günü gittim VFS'ye hiç unutmam, başvuruyu alan personelin tavırları kulakları çınlasın o kadar sinir bozucuydu ki, vizeyi alana kadar geçen 1 aylık bekleme süresi benim için kabus gibiydi. 7.000 Euro olmadan kabul edilmez başvurun dedi, buna rağmen bşvurmak istediğime dair bana imza attırdı, ben zaten okuldan 120 Euro ödeyip sağlık sigortası yaptırmıştım, bana yine sağlık sigortası yaptırttı falan. İşi iyice yokuşa sürdü ve agresif ve aksi tavırları ile de bütün hevesimi kaçırdı. Bu sebeptendir ki, vizemi aldığımda ilk yapmak istediğim (eğer mail adresi olsaydı) ona n'oldu gördün mü temalı bir mail atmak oldu.

Ben öyle böyle başvuruyu yaptım işte arkadaşlar ve beklemeye başladım. Nasıl bir şanstır ki, ders başlangcına 3 gün kala çıktı vizem. 3 günde çanta hazırladım, biletimi aldım, arkdaşlarımla bile vedalaşamadan apar topar Dublin'e uçtum yani. Hayatımın en zor süreçlerinden birini yaşadım vizemin çıkmasını beklerken. Düşünsenize yıllardır hayalini kurduğunuz bir şey için bekliyorsunuz, okula ve yurda o kadar para ödemişsiniz, çıkmazsa tekrar o parayı gösteremeyeceksiniz falan :D
Neyse çıktı çok şükür ve ben Dublin'deki 3. haftamın içindeyim. Öyle denildiği kadar pahalı bir ülke değil burası bu arada. Her gün dışarda yiyip içerseniz tabii ki pahalıya gelir ama Türkiye'de de her gün dışarda yiyip içerseniz pahalı. Konaklama şu an için benim için biraz pahalı ama oda arkadaşı arayanlar için daha uygun internet siteleri ve Facebook grupları da var.

Dublin'de öğrenci olmakla ilgili başka bir yazı da yazacağım yakında, ama şu an, bu hali ile bile yeterince uzun bir yazı yazdım sanırım. Elimden geldiğinde detay vermeye çalıştım. Ama soru sormak isteyen olursa yorum kısmından belirtsin lüften. Daha fazla detay seve seve paylaşabilirim.
Hayallerini gerçekleştirmek isteyen herkesin yolu açık olsun. Bir sonraki yazıya kadar hoşçakalın efenim!

Güncelleme: Arkadaşlar, bazı yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için bir güncelleme yapmak istedim. Yukarıda anlattığım 7.000Euro dediler ama ben 5.000 Euro gösterdim olayı şöyle. 7.000 Euro göstermem gerektiğini bana VFS Global'deki başvuru sorumlusu söyledi, ama Irlanda Resmi Göçmenlik ve Vatandaşlık sitesinde, bu bütçenin 1 akademik yıl için gösterilmesi gerektiği yazıyordu ve ben akademik yıl için gelmeyecektim. Sitede hangi süreler için ne kadar bütçe gösterilmesi gerektiği detaylıca yazıyor. Her ay için orlatala 500 Euro'nun yaşam masrafı için gösterilmesi gerekiyor diyebilirim. Yani illa 7.000Euro göstermem gerekmediğinden kendimi buna zorlamadım. Sonra bu kız kendi kafasına göre iş yapmış, buna nasıl vize verdiler demeyin.
Sitenin bana çok faydası oldu, her türlü sorunuz ile ilgili http://www.inis.gov.ie/ adresine göz atabilirsiniz.

Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...