yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2015 Salı

Ben Bir Adam Tanıdım, Kocaman Elleri Olan...


Ölüm... Belki de her şeyin bir sonu olduğunu, tüm dünyevi telaşlarımızın günün birinde son bulacağını unutuyoruz zaman zaman. Ama işin içine ölüm girdiğinde anlıyor insan aslında ne kadar küçük, ne kadar yalnız ve savunmasız olduğunu.

Ben bir adam tanıdım bundan yıllar önce. Sevgi dolu bakışları olan, kalbimizi kırmaya gönlü el vermeyen, yediren, içiren, güldüren, şarkılar söyleyen... Kocaman elleri olan bir adam, dedem.
Mavi gömleği ve takım elbiseleriyle filinta gibi ortalıkta dolaşan, saç - sakal traşını asla ihmal etmeyen, kahvaltılarında mercimek çorbası içen bitanecik dedem. Beyaz Toros'unun sesini duyduğumuzda diğer tüm kuzenlerimle birlikte mutfak camının oraya doluşurduk, o kocaman gülümsemesiyle inerdi arabadan, gözlerimizin içine bakması yeterdi mutlu olmamız için.

O gür sesiyle ''Aydoş'' diye seslenirdi hep bana. Günümün nasıl geçtiğini, okulun nasıl gittiğini sorardı. Kocaman elleriyle küçücük ellerimi tutardı. Çikolatalı pudingi çok sevdiği için her köye gittiğimde puding yapardım ona. İki gün üst üste taze fasülye yediğimizde ''Yine mi fasülye?!'' diye çıkışırdı ananeme tatlı tatlı. Bir yandan da bana göz kırpardı.

Bu dünyalar iyisi insanı, her hatırladığımda kalbimi ısıtan canımın içi dedemi kaybettik geçtiğimiz günlerde. 24 yıllık hayatımda daha önce de tanıklık ettiğim ölümler olmuştu. Ama beni bu derece derinden etkileyen, bu kadar canımdan can alan bir ölüm daha bilmiyorum.
Ah dedem... Çok hastaydı ve uzun zamandır çok acılar da çekmişti. Hastalığının son dönemlerinde onu hastanede ziyarete gittiğimde, nasıl olduğunu sorduğumda bile ''Bok gibi.'' diyecek kadar içinde bulunduğu durumla eğlenebilen bir adamdı da aynı zamanda.
Belki de çok zorlandığı bu uzun dönemlerden dolayı ''Huzura erdi, acıları son buldu.'' demek istiyorum. Ama insanoğlu bencil değil mi işte, yine kendimi düşünüyorum. Onun olmadığı bir dünyada yaşamak, onun olmadığı bir köye bayram ziyaretine gitmek istemiyorum. Onun ellerini tekrar tutamayacağımı bilmek, ''Aydoş'' diyişini duyamayacak olmak...

Ah dedecim... Çok gurur duyardın torunlarınla biliyorum. Çok isterdim biraz daha yanımızda kal. Çok isterdim torunlarını üniversiteye başlarken gör, bizi evlenirken gör, çocuklarımı gör...
Annem birkaç aya emekli olacaktı, daha çok gelip gidecekti yanınıza. Göremedin.
Olsun dedecim, sen gittiğin yerde de çok mutlu ol. Ordan izle bizi, sesimizi duy.
Seni çok ama çok seviyorum. İyi ki benim dedem oldun, iyi ki birlikte çok güzel hatıralar biriktirdik. İyi ki eve gelişini, Toros'unun sesini duymayı 4 gözle bekledik çocukluğumuzda. İyi ki, bir sürü iyi ki biriktirdik. Seni çok seviyorum dedecim. Çok seviyorum. 

22 Ağustos 2014 Cuma

Hatalardan Ders Çıkartılmıyor, Öyle Zamanla Da Geçmiyor

Hata yapmak insanlara mahsus derler. İnsan hata yapar, pişman olur, ders çıkartır... Zamanla ne yapıp ne yapmaması gerektiğini öğrenir.
Her zaman düzgün bir insan olmaya çalıştım. Dürüst olmaya, sevgi dolu olmaya, hak yememeye, paylaşmaya, insanları kırmamaya çalıştım. Beni yetiştiren harika aileye layık olmaya çalıştım. Arkadaşlarım için iyi bir arkadaş olmaya çalıştım. Yeri geldi kendi kendimi harap ettim; ama hep o düz çizgiyi korumaya çalıştım. Ne kadar çalışıp çabaladıysam, o kadar tökezledim. Yokuş aşağı yuvarlanırken doğrulmam daha güç oldu her seferinde. Her tökezleyiş biraz daha acıttı canımı. Kendime açtığım yaralarım daha belirgin bir hal almaya başladı.
İnsan hata yaptıkça öğrenmiyor aslında. Yaptığı hatalar o kadar acıtıyor ki canını; o acılara bir yenisini daha eklemeye korkuyor. Belki de o yaralar hiç iyileşmiyor. 
İnsan hata yapar, zamanla unutur derler. Bunlar; acı çeken birine karşıdan bakıp söylenecek laflar. Empati kurmaya çalışırız ya hani hep. O iş öyle olmuyor işte; hatalarından duyduğu pişmanlık yiyip bitiriyor insanı. Kalbine bindirdiği yükü taşıyamaz oluyor zamanla. En kötüsü de; insan korunaklı bir dünya yaratmaya çalışırken kendine; en çok kendi canını yakıyor. Kendiyle barışması daha uzun zaman alıyor. Hep kendine kaçıyor insan. İçini kendiyle doldurmaktan daha fazlası gelmiyor elinden.*

*Yekta Kopan \ Becerikli Bay Kerim İnal


9 Haziran 2014 Pazartesi

Yorgunum Dostlarım Yorgunum Yorgun

Zamanla blogu kişisel günlüğümmüşçesine kullanmaya başlarsam hiç şaşırmayın. Gerçi kim şaşıracak, gören de binlerce takipçiye hitap ediyorum sanır. İlahi ben...
Bu günlerde tek söyleyebileceğim şey; çok yorgun olduğum. Söylemeye bile mecalim yok keza. Düşünüyorum öyle. Çok yorgun olduğumu düşünüyorum. Off... Neden yorgunsun, n'apıyosun diye sorsanız; verecek bir cevabım bile yok. Yaptığım bir aktivite yok çünkü. Yatıyorum, yemek yiyorum, uyuyorum, Doctor Who izliyorum, müzik dinliyorum, yine yemek yiyorum... Twitter, Instagram falan. Facebook'u sevmiyorum. Arada yazı yazıyorum işte böyle... Esasında yapmam gereken o kadar çok şey var ki! Bitirme projemi 2 hafta sonra teslim etmem gerekiyor mesela. Ama henüz adamakıllı başlamadım bile. Yarın finallerim başlıyor. Canım "Medya Ekonomisi Ve İşletmeciliği". Daha tek satır okumadım. Allahtan sınav 15.30'da. Okulda biraz göz atarım. Vizem de 90, ortalamayı düşürmesem iyiydi... İşte böyle türlü türlü düşünceler var kafamda sayın takipçi. Hiçbirini yapmak istemiyorum, üşeniyorum, ama düşünüyorum bu kez daha da bir yorgun hissediyorum kendimi. Perşembe günü kep atma töreni var. Basın yemini etmemiz gerekiyormuş, ne olduğundan haberim yok. Google'da aratmak dünyanın en kolay işi oysa ki. Bu yazıyı da yazıyorum çünkü bunu yazmasam ders çalışmam gerek. Aman saat geç oldu zaten, yatayım erken kalkarım. Daha saçlarımı da düzleştirmem gerek. Dünya'nın en önemli meselesi; saçlarımın düz olması çünkü. Gören atomu parçalıyorum sanır. Bu arada ben şu şarkıyı dinliyorum şu an, çok güzel sen de dinlesene;
(Not: Başlıkta İbrahim Tatlıses'in "Yalnızım Dostlarım"ından esinlendim aslında. "Yalnızım" kısmını hep "Yorgunum" olarak söylerim. Neden bilmem... )



2 Şubat 2014 Pazar

Can Parçası



Kardeş, abla, abi... Bunlar, tahmin ediyorum ki yeryüzünde yaşayan tüm insanlar için önemli kavramlar. Hepimiz, öyle ya da böyle seviyoruz kardeşlerimizi. Değer veriyoruz. Ancak; şöyle de bir gerçek var ki, eğer çalışan ebeveynlerin çocuklarıysanız daha farklı oluyor kardeşinizle ilişkiniz. Daha çok seviyorsanız diyemiyorum tabii ki ama; hayatınızın daha ayrılmaz bir parçası oluyor, daha çok ihtiyaç duymaya başlıyorsunuz, daha özel hatıralar biriktiriyorsunuz, kendinize ait bir dil bile oluşturabiliyorsunuz...
 Kardeşimle aramda 5 yaş var, ben büyük olan tarafım. Gerçi bakmayın büyük olduğuma, öyle anlar geliyor ki işin içinden çıkamadığım durumlarda o akıl hocalığı yapıyor bana. En yakın arkadaşlarımdan önce, o geliyor aklıma. En savunmasız zamanlarımda o oluyor yanımda sırtımı sıvazlamak için ya da en delirmeli zamanlarımda yine o oluyor eşlik etmek için... Bir bakışımdan anlıyor ne istediğimi, bazen bakmama bile gerek kalmıyor hatta. Her şey bu kadar güllük gülistanlık devam etmiyor her zaman. Öyle anlar geliyor ki küçücük hareketler, gayri ihtiyari söylenen sözler çılgına çevirebiliyor bizi ve kimi zaman bardaklar havada uçuşuyor, kimi zaman söylenmemesi gereken kaba sözler ağzımızdan çıkıyor. Yine de, birbirimizin suratına bakmak içimizden gelmediği zamanlarda bile; en küçük olumsuzlukta, o en ufak can yanmasında uzatıyoruz birbirimize elimizi. Kimse olmasa bile birbirimize sahip olduğumuzu biliyoruz.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Olmak ya da Olmamak


Annem hep der ki; “Ne olursan ol, en iyisi ol.”
Olmak? Neye göre, kime göre? Ne zaman olmuş oluruz?
Aklımızı kurcalayan birçok soru var değil mi? Neden kendimizle ilgili bir karar alırken bu kadar çok düşünürüz peki? Neden istediğimiz şeyi belirleyip hemen uygulamaya geçmeyiz?  Cevap çok açık. Çünkü; kendi hayatlarımızı başka hayatlara çok bağlıyoruz. Desteklenmeyi, sevilmeyi, değer görmeyi; kendimizi sevmeye, kendimizi değerli görmeye tercih ediyoruz. Mutlu olmanın koşulunu diğer insanlar tarafından kabul görmeye bağlıyoruz. Ama bu yanlış. Hem de çok yanlış. Biz kendimize değer vermezken, kendi kararlarımızı kendimiz veremezken diğerleri neden bu kadar umrumuzda? Çünkü; korkuyoruz. Dışlanmaktan, yalnız kalmaktan, kabul görmemekten korkuyoruz. O kadar korkuyoruz ki ne olmak istediğimize değil, ne olmamız gerektiğine odaklanıyoruz.
Gazetecilik okumak istediğimde ben de çok karşılaştım bu tepkilerle. Gerek arkadaşlarım, gerekse akrabalarım tarafından çok defa motivasyonum kırıldı. “Gazetecilik okuyup ne yapacaksın? “ , “Tatilin yok, doğru düzgün iznin yok,çalışma saatlerin belli değil.” , “Öğretmen olmak varken gazetecilik mi okunurmuş?” ...
Sonra annem geldi ve dedi ki “Ne olursan ol, en iyisi ol. İster gazeteci ol, ister öğretmen ya da başka bir şey. Eğer; yaptığın işi gerçekten seviyorsan ve onun için mücadele edersen eninde sonunda başarıya ulaşırsın. Yeter ki sahip olmak istediklerin için savaşmayı bil.”
Cevap yine çok açık. Düşünsenize, sırf istenildiği için kararlar alıyorsunuz ve kısa vadede başarılı da oluyorsunuz belki. Sonrası? Tüm hayatınızı sevmediğiniz, mutlu olmadığınız alanlarda uğraşarak harcıyorsunuz. Belki de bir zaman sonra mücadele etme gücünüz kalmıyor ve sevdiğiniz alanlara yöneliyorsunuz. Arada kaybettiğiniz zamanı nasıl telafi edeceksiniz?  Sevdikleriniz için mücadele ederken de yorulabilirsiniz elbette. Sevdiğiniz meslekler, sevdiğiniz insanlar, sevdiğiniz sporlar,hobileriniz... Ama en azından daha katlanılabilir gelecek gözünüze. Çünkü; onu siz istiyorsunuz ve karşınıza çıkan zorluklar sizi diğer seçenekler kadar yıpratmayacak.
Bırakın size söylenenleri, dayatılmak istenenleri. Ne olmak istediğinize karar verin ve bu yolda ilerleyin. Var olmanızın koşullarını yalnızca kendiniz belirleyin.

Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...