film izle etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film izle etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2017 Cuma

Dorihwaga - Bir Cicegin Sesi

Kisisel Degerlendirme: 8,5/10
Oyuncular: Bae Su-Ji, Ryoo Seung-Ryong
Tur: Muzikal, Dram
Sure: 109 dakika

En son izledigim Kore filmi, basrollerinde Bae Su-Ji ve Ryoo Seung-Ryong'un yer aldigi Dorihwaga. Bae Su-Ji, daha bilinen adi ile Suzy'i hem sarkici hem de iyuncu olarak severim. Filmi izlemek istememin sebebi de hem Suzy'nin yer almasi, bunun da otesinde bir pansoru hikayesinin anlatilmasiydi. Bilmeyenler icin pansori, Kore'de eski krallik zamanindaki teatral bir gosteri. Bizdeki orta oyunu gibi dusunulebilir. Bir yandan bir hikaye canlandirilirken bir yandan sa sarkilar soylenerek muzikalite de isin icine giriyor. Beni taniyanlar bilir muzikalleri ne kadar sevdigimi, o sebeple bu filmi de buyuk bir keyifle izledim.

Film Kore tarihinin ilk kadin pansori sanatcisi Chae-Sun'un hikayesini anlatiyor. Sadece erkeklerin pansori sanatcisi olarak kabul edildigi Joseon (Kore Krallik donemi) zamaninda, kucuk yasta ailesini kaybeden ve bir Ginseng evinde hizmetli olarak hayatina devam eden Chae-Sun'un tek yapmak istedigi sey sarki soylemektir. Yasalar buna izin vermez, cunku o zamandaki genel kani pansorinin sergilenmesi cok zor bir sanat oldugu ve kadin bedeninin - sesinin buna dayanamayacak oldugudur.
Shin Jae-Hyo ise o donemin bilinen en iyi pansori ustalarindan biridir. Chae-Sun, yilmadan usanmadan Shin Jae-Hyo'yu kendisine pansori ogretmesi icin takip eder. Gel gelelim, ilk etapta bu duruma kati bir sekilde karsi cikan Jae-Hyo, zaman icinde bu genc kadinin azminden etkilenmeye baslar. Yine de yasalarin ne dedigi cok aciktir ve Jaseon Hukumdarligi, pansori soyleyen bir kadini kolay kolay kabul etmeyecektir.

Ilk paragrafta da dedigim gibi, ben hikayeyi ve hikayenin aktarilis bicimini cok sevdim. Tekrar izlemek istedigim filmler arasinda yerini aldi bile Dorihwaga. Kore'de beklentileri karsilayamayan bir film oldugunu biliyorum, ama bunun sebebinin Kore'nin genel olarak bu sekildeki sanatsal ve dramatik filmleri cok tercih etmemesine baglayabilirim. Gelmis gecmis en cok izlenen filmler listelerine bi goz atarsaniz, cogunlukla aksiyon filmlerinin ya da dramatik ask hikayelerinin tercih edildigini goreceksiniz.

Bae Su-Ji, oyunculuguna bayilmamamin yaninda, izlerken rahatsiz da olmadigim bir aktris. Dream High, Big, Architecture 101, Gu Family Book, Uncontrollably Fond gibi tum yapimlarini izleyen biri olarak; ozellikle bu filmdeki performansini cok sevdim. Sesini zaten cok begeniyorum ve bu filmde de izlemek ayri keyifliydi o sebeple. Ryoo Seung- Ryong ise daha once sadece Personal Taste'te izledigim bir oyuncu. Ama genel olarak Kore'nin en iyi aktorlerinden kabul edildigini biliyorum.

Izlerken sizi gecmis anilariniza goturen, yer yer gozlerinizi dolduran, yer yer yuzunuzu gulumseten ama en sonunda kalbinizde bir burukluga sebep olan (finalinden dolayi, yapimin kalitesinden degil) bir film Dorihwaga. Dedigim gibi ben cok sevdim, ozellikle muzikal drama severlere siddetle tavsiye ederim.

Iyi seyirler simdiden!

3 Ağustos 2017 Perşembe

Pleasantville, Siyah-Beyaz Bir Dünyaya Kucak Açın


Hayatınızdaki bazı şeyler size çocukluk zamanlarınızı hatırlatır. Bazı kokuların yıllar öncesinden bir yaz tatilini hatırlatabileceği gibi, bazı filmler ya da diziler de çocukken ailenizle ya da arkadaşlarınızla birlikte geçirdiğiniz güzel zamanları getirir gözlerinizin önüne. İşte Pleasantville benim için öyle bir film.

Kaç yaşındayken izlediğimi hatırlamasam da, izledikten sonraki birkaç gün etkisinden çıkamayışım dün gibi aklımda. Çünkü daha önce herhangi bir benzerini izlememiştim. Hikayesi çok acayip gelmişti o zaman. Şu an bile genel olarak değerlendirdiğimde yine aynı kanıya varıyorum. İşin trajikomik yanı, o yıllarda tekrar izlemek istediğim zaman filmi hiçbir yerde bulamamıştım. İsmini hatırlamıyordum çünkü. Yıllar sonra rastgele bir "Mutlaka İzlenmesi Gereken Filmler" listesinde kendisiyle karşılaştığımda ise, 20'li yaşlarımın başındaydım.

Başrollerinde Tobey Maguire ve Reese Witherspoon'un yer aldığı filmin yapım yılı 1998. Yönetmenlik koltuğunda ve senaryoda ise Gary Ross'u görüyoruz. Kendisini Lassie ve The Hunger Games gibi yapımlardan hatırlamak mümkün. Shameless'in alkolik babasi William H. Macy ve Fast and Furious serisinden tanidigimiz ve yakin zamanda bir trafik kazasinda hayatini kaybeden Paul Walker ise yan rollerde yer aliyor. Filmin 1999 yılı Akademi Ödülleri'nde En Iyi Ses, Kostum ve Sanat Yonetimi kategorilerinde 3 Oscar adaylığı olduğunu belirtmekte de fayda var.
Konusuna geldiğimizde ise; David ve Jennifer, tamamen zıt karakterlere sahip iki kardeştir. David okulun ezik tiplerindenken, Jennifer popülerler grubunda yer alır. Ders çalışmak ya da kitap okumak gibi aktiviteler yerine erkek arkadaşıyla takılmak ya da arkadaş grubu ile dışarda eğlenmeyi tercih eder. David ise hoşlandığı kıza açılmaya cesaret bulamaz ve zamanının çoğunu Pleasantville adlı televizyon programını izlemekle geçirir. Yine bir gün bu programı izlemek için kız kardeşi ile kavga ettiği sırada televizyon kumandasını kırarlar. O da ne? Anında gizemli bir televizyon tamircisi belirir ve onlara sihirli bir kumanda verir. Bu kumandayı kullanmaları ile birlikte ise, kendilerini televizyonun içinde, Pleasantville'in siyah-beyaz dünyasında bulurlar.


Buraya kadar anlattığım kısımdan anlayacak olursunuz ki, çocukken bu filmi sevme sebebim, sihirli bir kumanda ile televizyonun içine girmeleri ve o siyah-beyaz dünyadan kurtulmak için verdikleri mücadele idi. Fantastik bir dünyanın içindeymişim gibi hissettiriyordu o zamanlar. Ama ilerleyen yaşlarda tekrar izlediğimde, konunun bundan çok daha derin olduğunu farketim. İşin içine siyasiler de giriyor, aynı renkten olmayanların nasıl ötekileştirildiğine ve ötekileştirmek için nasıl kılıflar uydurulduğuna da tanıklık ediyorsunuz. Ben biraz George Orwell'in 1984'ünü de düşündüm izlerken. Neden aynı olmak zorundayız, aynı olduğumuzda kontrol edilmek daha mı kolay oluyor acaba? gibi sorular sorarken bulabilirsiniz kendinize. Belki de en önemlisi, film size kendinizi keşfetmeniz için gereken gazı veriyor. "Keşfet!" diyor, "Yerinde Sayma. Daha çok oku, seyahat et. Sınırlarının dışına çık. Hayır demekten korkma, hoşlanmadığın durumlarda tepkini belli etmekten çekinme. Kim olduğundan utanma, saklanma." 

Velhasıl kelam, ben bu filmi çok seviyorum sevgili dostlar. Sizlere de izlemenizi, daha önce izlediyseniz de farklı bir bakış açısı ile tekrar izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Bir sonraki yazıya kadar, sevgi ile kalın! 

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Sleepless in Seattle / Sevginin Bağladıkları



‘’Eve geri dönmek gibi bir şeydi.
Ama bu ev, benim şimdiye kadar görmediğim bir yerdi.’'

Ah 90’lar… Her şeyiyle bende hayranlık uyandıran, ‘’Ben hiç bu zamanların insanı değilmişim.’’ dedirten, kendi halinde, olduğu gibi, saf ve temiz hissettiren zamanlar. 
Sanırım bu şekilde düşünmemin en büyük sebebi, çocukluğumu bu dönemde geçirmiş olmam, bilemiyorum. Bana kendimi iyi hissettiren, hatırladıkça yüzümü gülümseten ne varsa bu döneme denk geliyor sanki. 

Belki de 90’ları bu denli çok sevmemin en büyük sebeplerinden bir tanesi de, sinemaya olan tutkumu perçinleyen, beni  daha fazla izlemeye, daha fazla öğrenmeye teşvik eden yapımlarında yine bu döneme ait olması.
Başta Back to the Future, A Nightmare on Elm Street serileri olmak üzere; How to Make an American Quilt, One Fine Day, City of Angels, Liar Liar, You’ve Got Mail gibi Sleepless in Seattle da izlerken büyük keyif aldığım filmlerden. Bu yazıda ise, dün tekrar izlediğim ve bir kez daha ‘’Yahu, bir 90’lara dönsek ne güzel olurdu!’’ dedirten bu filmi anlatmak istiyorum sizlere.


Başrollerde You’ve Got Mail, City of Angels, When Harry Met Sally gibi sevilen filmlerin güzel oyuncusu Meg Ryan ile Cast Away, Forrest Gump, The Green Mile ve Saving Private Ryan gibi filmlerle başarısını kanıtlayan Tom Hanks var. 1993 yapımı bu filmin yönetmeni ise, Ryan ve Hanks ikilisiyle You’ve Got Mail filminde de birlikte çalışan Nora Ephron.

Yakın zamanda eşini kaybeden ve yeni bir başlangıç yapmak için oğluyla Seattle’a yerleşen Sam ile, evlilik arifesindeki Annie’nin hikayesine ortak oluyoruz.
Babasının mutsuzluğunu dert edinen ve ona yeni bir eş bulmak için bir radyo programına bağlanan Jonah sayesinde, bu ikilinin yolları bir şekilde kesişiyor.
Annie çalıştığı gazete için haber yapmak bahanesiyle Sam’i takip etmeye ve bu vesileyle de gerçek aşkı sorguladığında; Annie’nin uğraşlarından bir haber olan Sam de farkında olmadan ondan etkilenmeye başlıyor.
Film, alttan alttan kadınların ve erkeklerin aslında ayrı dünyaları olduğunu, ama bu dünyalarda her zaman birbirimize de ihtiyacımız olduğunu anlatan sıcacık bir dil de barındırıyor. Yağmurlu Seattle sokaklarından, New York Empire State binasına uzanan bu sevimli hikayeyi, Sam’in dünyalar tatlısı oğlu Jonah daha da tatlı hale getiriyor.

Filmin Noel arifesinde geçmesine aldanmayın, sıcacık hikayesiyle bu havalara çok yakışıyor. Romantik film sevenlerdenseniz ve üstüne üstlük 90’lar dönemine de ilgiliyseniz, Sleepless in Seattle benden size şiddetle tavsiye!

30 Ocak 2015 Cuma

St. Vincent / Benim Komşum Bir Melek




Bazı filmler sizi mutlu eder, içinizi ısıtır, yüzünüzde kocaman bir gülümsemeyle ayrılırsınız salondan. Ülkemizde geçen hafta vizyona giren St. Vincent, bu tür filmlerin en güzel örneklerinden biri oldu benim için. Filmin yönetmenliği ve senaryosu Theodore Melfi’ye ait. Başrollerde ise Bill Murray, Naomi Watts ve Melissa McCarthy var. Küçük yaşına rağmen doğal ve bir o kadar da başarılı performans sergileyen Jaeden Lieberher’i (Oliver) de es geçmemek gerek. 

Filmi iki ayrı pencereden değerlendirmek mümkün. İlk yarısında komedi unsurları ağır basan film, ikinci yarıda drama doğru kayıyor. Başlarda yer yer tebessüm ederek, yer yer kahkahalar atarak izlediğiniz bu garip arkadaşlık; son kısımlarda gözlerinizden yaşlar akmasına sebep oluyor. Benzer konuya sahip birçok film bulunmasına karşın St, Vincent; bence türün en başarılı örnekleri arasında yer alabilir nitelikte. Bunda şüphesiz deneyimli oyuncu kadrosu ve aksamadan işleyen senaryosunun etkisi büyük. Küçük ve sevgi dolu bir çocuğun; yalnız ve aksi bir adamı nasıl değiştirdiğine, nasıl daha mutlu bir insan haline getirdiğine şahit oluyorsunuz. 


Konusuna değinecek olursak; aksi, huysuz ve yaşlı bir adam olan Vincent maddi olarak zor zamanlar geçirmektedir. Hayatında çok fazla insan bulunmayan Vincent; gününü içerek, dans ederek, at yarışı oynayarak ve “Gece Kadını” Daka ile oynaşarak geçirir.  O, bu sıkıntılarla boğuşurken; hemen yan taraftaki binaya yeni komşuları Maggie ve Oliver taşınır. Eşiyle yeni boşanan ve ilişkisiyle ilgili sorunlar hala devam eden Maggie, oğlu Oliver’in taşındıkları bu yeni çevreye alışması için büyük çaba sarfeder. Gözden kaçırdığı şey ise; yoğun çalışma saatlerinde Oliver ile ilgilenecek kimse olmamasıdır. İşte bu noktada devreye Vincent girer. Vincent’in paraya olan ihtiyacına karşılık; Maggie’nin Oliver ile ilgili beklentisine cevap veren bu durum başlarda iyi bir fikir gibi gözükse de, ilerleyen zamanlarda işler iyice rayından çıkacaktır. 

Arkadaşlığa ve hayata dair izlenimler edinebileceğiniz, kendi hayatınızdan parçalar da bulabileceğiniz bu sıcacık filmi zaman kaybetmeden izleyin derim. Konusu ilginizi çekiyorsa, geçmişteki benzer örnekleri Dennis the Menace, Finding Forrester ve Good Will Hunting de izlemeniz gerekenlerden.

12 Ağustos 2014 Salı

Bu İşte Bir Yalnızlık Var

Bu İşte Bir Yalnızlık Var, uzun zamandır izlemek isteyipte ertelediğim bir filmdi. Geçenlerde izleyebildim ve kesinlikle beklentilerimin ötesinde bir film olduğunu söyleyebilirim. Daha önce fragmanını izlemiştim, iki insanın yasak aşkının anlatıldığını düşünüyordum ki film çok daha derin bir hikayeye sahipmiş. Yönetmenliğini Hakan Ketche'nin yaptığı film; Tuna Kiremitçi'nin aynı adlı kitabından bir uyarlama. Engin Altan Düzyatan, inanıyorum ki tüm kadınların beğenerek izlediği bir oyuncu. En azından ben henüz "beğenmiyorum" diyen kimseyi görmedim. Başarılı oyunculuğunun yanında; etkileyici tavırları, ağzı, burnu, boyu, posu... Öhöm öhöm! Maşallah diyelim.Özgü Namal ise; zaten beğendiğim bir oyuncudur ve bu film boyunca da çok tatlıydı. Ne kadar güzel olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Oyunculuğu çok duruydu, zorlama olan tek bir sahne yoktu. Hikayesinden bahsetmemiz gerekirse; Mehmet, eşinden boşanmış ve bu evliliğinden sahip olduğu kızına son derece bağlı bir adamdır. Önceden bir rock grubunun üyesiyken, şu an müziğe eğilimli gençlere gitar eğitimi vermektedir. Alt kat komşusu Ayşe; uzun zamandır arkadaşlık yaptığı, eşiyle problemler yaşayan bir kadındır. Eşinin, bir tartışma sonrası evi terketmesi ve uzun süre geri dönmemesi üzerine; Mehmet ile birlikte onu aramaya koyulurlar. Daha fazla zaman geçirmeleri, Mehmet'in duygularını sorgulamasına sebep olur. Devamı filmde... Ama şunu söyleyebilirim ki; gayet keyifli, müzik dolu bir hikaye sizleri bekliyor. Sahnelerin geçtiği mekanlar da oldukça çarpıcı ve seyir keyfini arttırır nitelikteydi. Özellikle bir Anadolu Yakası sakini olarak; Kadıköyde önünden geçtiğim, arada oturup bir şeyler içtiğim tanıdık yerleri görmek hoş bir duyguydu. Bozcaada'nın yeşilini görmekte bu yaz günlerinde iyi gelebilir. 
Müzik demişken; Harun Tekin'den "Bu İşte Bir Yalnızlık Var" ve Atiye'den "Yeter" filmin dinlenmesi gerekenlerinden. 


28 Mayıs 2014 Çarşamba

Schindler's List \ ''Schindler'in Listesi

Gözlerinizin önünde yaşanan zulümler olduğunu düşünün. Ne kadar seyirci kalabilirsiniz? Statünüz, mal varlığınız ya da sahip olduğunuz güçlü çevre sizi ne kadar tatmin edebilir? Vicdanınızın sesini ne kadar bastırabilirsiniz? İşte bu noktada yaşananları; Oskar Schindler'in gözleriyle tecrübe ediyoruz.
Yönetmenliğini Steven Spielberg'in yaptığı, başrollerini Liam Neeson ve Ralph Fiennes'in paylaştığı filmimizin yapım tarihi 1993. Film ayrıca; 2004 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilmiş.
Hikayemiz; Oskar Schindler'in, 2.Dünya Savaşı'nda iş kurmak amacıyla Polonya'ya gelmesiyle başlıyor. İnsanların savaş ortamındaki çaresizliğinden ve tüketim malzemelerine duyduğu ihtiyaçtan faydalanarak; kısa sürede hatrı sayılır iş adamlarından biri haline geliyor. Tabii bu arada genelkurmaylardan siyasilere çok güçlü ittifaklar da ediniyor kendine. Fabrikasında, başta daha düşük maliyetli oldukları için çalıştırdığı yahudilerle, zaman içinde yakın ilişkiler kuruyor. Derken; savaş ortamı kızışıyor. Polonya'daki yahudi halkı; yaşam alanlarından toplama kamplarına alınıyor. İşkence görüyorlar, aç bırakılıyorlar ve hatta askerlerin can sıkıntıları uğruna katlediliyorlar. Bu noktada konuya Amon Goeth isimli bir komutan dahil oluyor ki; filmin sonuna kadar benden sağlam küfürler yemişliği vardır.
Filmin ilk yarısı durağan ilerliyor, ayrıca siyah beyaz oluşu da sizi bunaltabilir ama yılmadan sonuna kadar devam edin derim. Zira; ben bu başyapıtı izlemek için bu kadar geç kaldığım için oldukça üzgünüm.
Hikayenin en can alıcı yönü; sadece kazandığı parayı umursayan Nazi Partisi destekçisi bir adamın; yaşadığı duygusal değişim ve iç hesaplaşmaları sonucu her şeyini feda ederek insanları kurtarmaya çalışması sanırım. Unutmadan ekleyeyim; hikaye gerçek yaşamdan uyarlamadır ve Oskar Schindler'in mezarı; günümüzde Kudüs'te bulunmaktadır.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Do Ga Ni \ Sessizlik

Yer; Güney Kore'nin Mujin şehri. Sene 2005. Ödüllü bir sağırlar okulunda geçiyor hikayemiz. Yeni atanan sanat öğretmeni; öğrencilerinin asık suratlarına ve ürkek bakışlarına ilk zamanlar anlam veremese de, zamanla işin iç yüzündeki şiddeti ve istismarı çözmeye başlıyor. Ne acı ki; bu mücadelede yanında yer alacak kimseyi bulamıyor. Kendi öz annesi bile, kulaklarını ve gözlerini kapatıp işine devam etmesini söylüyor ona. Bir yandan geçim mücadelesi ve hasta kızının sağlık sorunlarıyla ilgilenmeye, diğer yandan ise öğrencilerini bu utançtan ve zorbalıktan kurtarmaya çalışan öğretmenimizi sor zamanlar yaşarken izliyoruz. 2011 yapımı filmin yönetmenliğini Hwang Dong-Hyuk, başrolünü ise Kore Sinemasının başarılı ismi Gong Yoo üstlenmiştir. Hatta Yoo; filmle ilgili şu sözleri söylemiştir bir röportajında: "Bu filmde oynamasaydım, neden oyunculuk yaptığıma dair şüphe duyardım."
Film, gerçek bir hikayeye dayanıyor. Durdurulan dava, filmin vizyona girişinden sonra tekrar açılmış.
Mujin ya da Seul... Pekin, Tokyo, Londra, Washington, İstanbul, Urfa, Mardin... Engelli ya da engelsiz, kavramların hiçbir kıymeti yok. Bu filmde yaşananlar, gerçekleşen sıkıntıların sadece bir kısmı. Dünya'nın her yerinde bu ve benzeri sıkıntılar yaşanmıyor mu? Çocuk istismarı nasıl bir suçtur? Nasıl bir gözü dönmüşlüktür? Nasıl bir sapkınlıktır? Nasıl sızlamaz insanın vicdanı? Akla-mantığa sığmıyor gerçekten. Bizim ülkemizde de ne yazık ki çok sık gerçekleşen durumlar bunlar. Bu hastalıklı zihniyetleri engellemek yerine destekliyor bizim yargı gücümüz üstelik. Şu replik, çok tanıdık gelmiyor mu size de;
"9 yaşındaki bir çocukla bir yetişkin nasıl birlikte olabilir? Olsa bile, çocuğun rızası gerekmez mi?!" 


15 Mart 2014 Cumartesi

"Only You" ve "Sadece Sen"




Bilenler bilir; başrollerini Belçim Bilgin ve İbrahim Çelikkol'un paylaştığı "Sadece Sen" diye bir film girdi dün vizyona. Film, aslında Güney Kore sinemasının başarılı örneklerinden "Always / Only You"nun yeniden çevrimi.(Evet ismi bile aynı, ne garip değil mi?)

Nedendir bilmem; ben böyle birebir alıntılanan, aynı sahnelerin, aynı atmosferin yansıtıldığı projelere uyuz oluyorum. Bu sadece bizim ülkemiz için geçerli değil inanın. Mesela Amerika da, yine Güney Kore yapımı "My Sassy Girl"i yeniden çevirmişti. Bundan da pek haz etmemiştim. Neyse, konumuza dönersek; ilk olarak Only You ile başlamak istiyorum...
Belki de Sadece Sen'e bu kadar önyargılı olmamın sebebi, Only You'yu çok sevdiğimdendir. Başrollerini Güney Kore'nin çok başarılı ve bol ödüllü iki oyuncusu paylaşıyor; So Ji Sub ve Han Hyo Joo.
So Ji Sub; benim de çok başarılı ve başarısından da ziyade o endamına hayran olduğum bir oyuncu iken, Han Hyo Joo; en beğendiğim uzakdoğulu kadın oyuncu. Hem çok sempatik ve çok güzel, hem de oynadığı rollerin altından başarıyla kalktığını düşünüyorum. Özellikle Only You'da canlandırdığı gözleri görmeyen karakteri o kadar başarılı canlandırmış ki... Evet, Only You; gözleri görmeyen bir kadın ile eski bir boksörün arasında filizlenen aşkı anlatıyor. Han Hyo Joo, az önce de bahsettiğim gibi gözleri görmeyen kızımız. Ailesini uzun yıllar önce bir trafik kazasında kaybetmiş, kendisi de kırılan camlardan dolayı korneasını. Yine de hayata dört elle tutunmaya çalışıyor, bir çağrı merkezinde çalışıyor. İşyerinde ise patronunun sarkıntılıklarıyla başı dertte. So Ji Sub ise eski boksör, kirli bir geçmişe sahip. Bir dönem hapse girmiş çıkmış, şimdi ise yarı zamanlı işlerde temiz bir hayat sürmeye çalışıyor. Peki bu iki yabancının yolları, hayatın hangi kısmında kesişiyor? Yalnız ve zorlu hayatlara sahip iki yabancının, birlikte nasıl hayata tutunduklarını izlerken kayıtsız kalamıyorsunuz.
Gelelim Sadece Sen'e. Filmi henüz izlemedim, o yüzden büyük laflar etmemeye özen göstereceğim. Ama; sadece fragmanını izlemiş olmama rağmen çok büyük benzerlikler çarptı gözüme. Hatta, fragmanı ilk izlediğimde sesini duyamadığım bir ortamdaydım, buna rağmen anladım Only You'nun yeniden çevrimi olduğunu. Aynı mekanlar, aynı saç modelleri, aynı diyaloglar... Yeniden çevrimlere bir noktaya kadar karşı değilim, başarılı alıntılar yapılırsa çokta güzel olur hatta. Mesela; bildiğim kadarıyla Bir Küçük Eylül Meselesi de Hollywood yapımı The Vow'dan esas  alınmış. Alınmış ama kopyala yapıştır şeklinde değil de, temek düşüncenin üzerine yeni eklemeler yapılarak. Sadece Sen ile ilgili, İbrahim Çelikkol'un başarılı bir seçim olduğunu söyleyebilirim yine de. So Ji Sub'un sert ve aynı zamandasevgi dolu tavrını yansıtabileceğini düşünüyorum. Belçim Bilgin ise, Han Hyo Joo'nun karaktere kazandırdığı naif duruşu yakalayamamış bence. Bu karakter için daha çıtı pıtı, daha ürkek bir oyuncu seçilmeliydi. Fragmanlardan izlediğim kadarıyla gözlerinin görmemesi kısmında da başarılı olduğunu söyleyemem. Size tavsiyem, Sadece Sen'i izlemeyi düşünüyorsanız, önce Only You'yu izlemeniz. Ben de Sadece Sen'i izleyip, gerekli gördüğüm eklemeleri ve düzenlemeleri yapacağım. İyi seyirler şimdiden :)




















Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...