9 Haziran 2014 Pazartesi

Yorgunum Dostlarım Yorgunum Yorgun

Zamanla blogu kişisel günlüğümmüşçesine kullanmaya başlarsam hiç şaşırmayın. Gerçi kim şaşıracak, gören de binlerce takipçiye hitap ediyorum sanır. İlahi ben...
Bu günlerde tek söyleyebileceğim şey; çok yorgun olduğum. Söylemeye bile mecalim yok keza. Düşünüyorum öyle. Çok yorgun olduğumu düşünüyorum. Off... Neden yorgunsun, n'apıyosun diye sorsanız; verecek bir cevabım bile yok. Yaptığım bir aktivite yok çünkü. Yatıyorum, yemek yiyorum, uyuyorum, Doctor Who izliyorum, müzik dinliyorum, yine yemek yiyorum... Twitter, Instagram falan. Facebook'u sevmiyorum. Arada yazı yazıyorum işte böyle... Esasında yapmam gereken o kadar çok şey var ki! Bitirme projemi 2 hafta sonra teslim etmem gerekiyor mesela. Ama henüz adamakıllı başlamadım bile. Yarın finallerim başlıyor. Canım "Medya Ekonomisi Ve İşletmeciliği". Daha tek satır okumadım. Allahtan sınav 15.30'da. Okulda biraz göz atarım. Vizem de 90, ortalamayı düşürmesem iyiydi... İşte böyle türlü türlü düşünceler var kafamda sayın takipçi. Hiçbirini yapmak istemiyorum, üşeniyorum, ama düşünüyorum bu kez daha da bir yorgun hissediyorum kendimi. Perşembe günü kep atma töreni var. Basın yemini etmemiz gerekiyormuş, ne olduğundan haberim yok. Google'da aratmak dünyanın en kolay işi oysa ki. Bu yazıyı da yazıyorum çünkü bunu yazmasam ders çalışmam gerek. Aman saat geç oldu zaten, yatayım erken kalkarım. Daha saçlarımı da düzleştirmem gerek. Dünya'nın en önemli meselesi; saçlarımın düz olması çünkü. Gören atomu parçalıyorum sanır. Bu arada ben şu şarkıyı dinliyorum şu an, çok güzel sen de dinlesene;
(Not: Başlıkta İbrahim Tatlıses'in "Yalnızım Dostlarım"ından esinlendim aslında. "Yalnızım" kısmını hep "Yorgunum" olarak söylerim. Neden bilmem... )



28 Mayıs 2014 Çarşamba

Schindler's List \ ''Schindler'in Listesi

Gözlerinizin önünde yaşanan zulümler olduğunu düşünün. Ne kadar seyirci kalabilirsiniz? Statünüz, mal varlığınız ya da sahip olduğunuz güçlü çevre sizi ne kadar tatmin edebilir? Vicdanınızın sesini ne kadar bastırabilirsiniz? İşte bu noktada yaşananları; Oskar Schindler'in gözleriyle tecrübe ediyoruz.
Yönetmenliğini Steven Spielberg'in yaptığı, başrollerini Liam Neeson ve Ralph Fiennes'in paylaştığı filmimizin yapım tarihi 1993. Film ayrıca; 2004 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilmiş.
Hikayemiz; Oskar Schindler'in, 2.Dünya Savaşı'nda iş kurmak amacıyla Polonya'ya gelmesiyle başlıyor. İnsanların savaş ortamındaki çaresizliğinden ve tüketim malzemelerine duyduğu ihtiyaçtan faydalanarak; kısa sürede hatrı sayılır iş adamlarından biri haline geliyor. Tabii bu arada genelkurmaylardan siyasilere çok güçlü ittifaklar da ediniyor kendine. Fabrikasında, başta daha düşük maliyetli oldukları için çalıştırdığı yahudilerle, zaman içinde yakın ilişkiler kuruyor. Derken; savaş ortamı kızışıyor. Polonya'daki yahudi halkı; yaşam alanlarından toplama kamplarına alınıyor. İşkence görüyorlar, aç bırakılıyorlar ve hatta askerlerin can sıkıntıları uğruna katlediliyorlar. Bu noktada konuya Amon Goeth isimli bir komutan dahil oluyor ki; filmin sonuna kadar benden sağlam küfürler yemişliği vardır.
Filmin ilk yarısı durağan ilerliyor, ayrıca siyah beyaz oluşu da sizi bunaltabilir ama yılmadan sonuna kadar devam edin derim. Zira; ben bu başyapıtı izlemek için bu kadar geç kaldığım için oldukça üzgünüm.
Hikayenin en can alıcı yönü; sadece kazandığı parayı umursayan Nazi Partisi destekçisi bir adamın; yaşadığı duygusal değişim ve iç hesaplaşmaları sonucu her şeyini feda ederek insanları kurtarmaya çalışması sanırım. Unutmadan ekleyeyim; hikaye gerçek yaşamdan uyarlamadır ve Oskar Schindler'in mezarı; günümüzde Kudüs'te bulunmaktadır.

6 Nisan 2014 Pazar

KOÜ'de Son Sene

Gün geçmiyor ki, bir üniversite öğrencisi daha son senesinde depresyona girmesin. Yalnız değilim biliyorum; çevremdeki herkes bir yandan gelecek kaygılarıyla, bir yandan özgürlüğe kavuşacak olmanın heyecanıyla dolu.
Nereden başlasam? Önce avantajlarına mı değinsem bu bitişin; yoksa dezavantajlarına mı?
Heey gidi dört sene... Üniversiteyi kazandığım 2010 senesi dün gibi aklımda. Kocaeli Üniversitesi'ni kazandığım için çok üzülmüş ve deli gibi ağlamıştım. Çünkü; gerek dershane öğretmenlerim, gerekse tercih kılavuzu bana İstanbul içinde bir okulu kazanabileceğimi söylüyordu. Velhasıl kelam, öyle ya da böyle gözyaşlarımdan arınıp, bu yeni dünyayı beklemeye koyuldum. En azından gazetecilik bölümünü kazanabildiğim için mutluydum. Okulun ilk günü... Biraz heyecan, biraz endişe, tereddütler bir yandan... Nitekim, geç kalmış olmanın da etkisiyle yanlış sınıfa bile girmiştim. Hem de dersin ortasında :)
Derken, film makarası çok hızlı sarıldı ve okulun bitişi için son üç ayı bekliyoruz. Ne zaman geçti o kadar dönem, nereye kaydettik o kadar anıyı bilmiyorum. Şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki; içim buruk ayrılacağım buradan. Üniversite yaşamının bana kattıklarına müteşekkirim. Her şeyden önce, ilk gün okula adımını atan çocuk, bir yetişkin artık. Hayatı, sosyal ilişkileri, farklı kültürleri, farklı inançları, sorgulamayı öğrendi. Çok güzel dostlar edindi. Çok güldü, biraz ağladı, susmaması gerektiği zaman sustu belki ama ne zaman sesini çıkarması gerektiğini de öğrendi zamanla. Ortaokul ya da lisede taktığı pembe gözlükleri, üniversite sıralarında çıkardı. O yüzdendir ki; akademik kariyerin yanında, kendimizi tanımamız için de üniversite eğitiminin çok gerekli olduğunu düşünüyorum.
Dört seneyi arkada bırakmak, mezuniyet sonrasına endişeyle yaklaşmak kolay değil biliyorum. Bu durumu ben de çok düşünüyorum, dertleniyorum. "İş bulabilecek miyim, binlerce mezun var, kendimi daha fazla geliştirmem gerekiyor, hangi alana yönelmeliyim, hemen çalışma hayatına atılmak istiyor muyum... ? " Bu sorular hepimizin kafasını meşgul ediyor; ama olaya bir de olumlu yönden bakmayı deneyelim. Sonuçta iyi-kötü üniversiteden mezun oluyoruz illa ki bir iş buluruz. Devamında kendimizi farklı açılardan geliştirebiliriz. Kişisel zevklerimize, beklentilerimize yönelik adımlar atabiliriz. Ne bileyim; belki bir dil kursu, bir sertifika programı, kişisel gelişim kursları... Artık ayağımıza dolanan, kafamızı meşgul eden o "okul" düşüncesinden, derslerden, ödevlerden, zorunluluktan kurtuluyoruz. Ortaokuldan sonra biliyorduk ki liseye gidecektik, liseden sonra üniversite. Şu an ise bizi bekleyen hayat. Ne istiyorsak onu gerçekleştirmek için var yollar önümüzde. Diyeceğim şu ki; derin nefes alın ve yaklaşan bahar günlerinin tadını çıkartın. Katılacaksanız; mezuniyet partileriniz için hazırlıklara başlayın, okul bittikten sonra deneyebileceğiniz seçeneklere odaklanın, kendinize zaman ayırın... Tabii; benim gibi bitirme projenizi bu günlere bırakmadıysanız. He bıraktıysanız, son günlerimizde bu projelerle delirmemeyi umuyorum hepimiz adına :)

2 Nisan 2014 Çarşamba

Do Ga Ni \ Sessizlik

Yer; Güney Kore'nin Mujin şehri. Sene 2005. Ödüllü bir sağırlar okulunda geçiyor hikayemiz. Yeni atanan sanat öğretmeni; öğrencilerinin asık suratlarına ve ürkek bakışlarına ilk zamanlar anlam veremese de, zamanla işin iç yüzündeki şiddeti ve istismarı çözmeye başlıyor. Ne acı ki; bu mücadelede yanında yer alacak kimseyi bulamıyor. Kendi öz annesi bile, kulaklarını ve gözlerini kapatıp işine devam etmesini söylüyor ona. Bir yandan geçim mücadelesi ve hasta kızının sağlık sorunlarıyla ilgilenmeye, diğer yandan ise öğrencilerini bu utançtan ve zorbalıktan kurtarmaya çalışan öğretmenimizi sor zamanlar yaşarken izliyoruz. 2011 yapımı filmin yönetmenliğini Hwang Dong-Hyuk, başrolünü ise Kore Sinemasının başarılı ismi Gong Yoo üstlenmiştir. Hatta Yoo; filmle ilgili şu sözleri söylemiştir bir röportajında: "Bu filmde oynamasaydım, neden oyunculuk yaptığıma dair şüphe duyardım."
Film, gerçek bir hikayeye dayanıyor. Durdurulan dava, filmin vizyona girişinden sonra tekrar açılmış.
Mujin ya da Seul... Pekin, Tokyo, Londra, Washington, İstanbul, Urfa, Mardin... Engelli ya da engelsiz, kavramların hiçbir kıymeti yok. Bu filmde yaşananlar, gerçekleşen sıkıntıların sadece bir kısmı. Dünya'nın her yerinde bu ve benzeri sıkıntılar yaşanmıyor mu? Çocuk istismarı nasıl bir suçtur? Nasıl bir gözü dönmüşlüktür? Nasıl bir sapkınlıktır? Nasıl sızlamaz insanın vicdanı? Akla-mantığa sığmıyor gerçekten. Bizim ülkemizde de ne yazık ki çok sık gerçekleşen durumlar bunlar. Bu hastalıklı zihniyetleri engellemek yerine destekliyor bizim yargı gücümüz üstelik. Şu replik, çok tanıdık gelmiyor mu size de;
"9 yaşındaki bir çocukla bir yetişkin nasıl birlikte olabilir? Olsa bile, çocuğun rızası gerekmez mi?!" 


1 Nisan 2014 Salı

Potter Severlere Müjde!

"Harry Potter Ve Felsefe Taşı" adlı kitapla 97 senesinde başlayan serüvenimiz; devamında altı kitapla ve bunu takiben sekiz filmle 2011 senesine kadar devam etti. Bir Potterhead(Harry Potter fanlarına verilen isim) olarak söyleyebilirim ki; bu serüvenin son bulması ister istemez bir hüzün yarattı bende. Çünkü; hikaye her ne kadar mutlu bir sona ulaşmışta olsa, 10 sene boyunca hayatımda önemli yer tutmuş o büyülü dünyaya veda etmek istemiyordum.
Neyse ki, güzel haberler Warner Bros yapım şirketinde geldi. Çekim tarihlerinin henüz kesinlik kazanmamasıyla birlikte, Harry Potter döneminin yedi sene öncesinde gerçekleşecek bir hikayeyi, sinemaya uyarlamayı düşünüyorlarmış. Hikaye, yine J.K Rowling tarafından kaleme alınacakmış. Ayrıca, hikaye üçleme olarak düşünülüyormuş. Yani bu durumun Yüzüklerin Efendisi-HOBBIT ilişkisine benzediğini söyleyebiliriz. Şahsi kanaatim bu yeni serinin Harry Potter serisinin yerini dolduramayacağı yönünde olsa da, Hogwarts dünyasından tamamen uzak kalmaktan iyidir. Hem belki kim bilir; Dumbledore, McGonagall, Snape, Lily-James Potter, Hagrid gibi karakterleri de görmemiz mümkün.

Kaynak: http://www.sinemalar.com/haber/3937/harry-potterdan-yan-filmler-geliyor

15 Mart 2014 Cumartesi

"Only You" ve "Sadece Sen"




Bilenler bilir; başrollerini Belçim Bilgin ve İbrahim Çelikkol'un paylaştığı "Sadece Sen" diye bir film girdi dün vizyona. Film, aslında Güney Kore sinemasının başarılı örneklerinden "Always / Only You"nun yeniden çevrimi.(Evet ismi bile aynı, ne garip değil mi?)

Nedendir bilmem; ben böyle birebir alıntılanan, aynı sahnelerin, aynı atmosferin yansıtıldığı projelere uyuz oluyorum. Bu sadece bizim ülkemiz için geçerli değil inanın. Mesela Amerika da, yine Güney Kore yapımı "My Sassy Girl"i yeniden çevirmişti. Bundan da pek haz etmemiştim. Neyse, konumuza dönersek; ilk olarak Only You ile başlamak istiyorum...
Belki de Sadece Sen'e bu kadar önyargılı olmamın sebebi, Only You'yu çok sevdiğimdendir. Başrollerini Güney Kore'nin çok başarılı ve bol ödüllü iki oyuncusu paylaşıyor; So Ji Sub ve Han Hyo Joo.
So Ji Sub; benim de çok başarılı ve başarısından da ziyade o endamına hayran olduğum bir oyuncu iken, Han Hyo Joo; en beğendiğim uzakdoğulu kadın oyuncu. Hem çok sempatik ve çok güzel, hem de oynadığı rollerin altından başarıyla kalktığını düşünüyorum. Özellikle Only You'da canlandırdığı gözleri görmeyen karakteri o kadar başarılı canlandırmış ki... Evet, Only You; gözleri görmeyen bir kadın ile eski bir boksörün arasında filizlenen aşkı anlatıyor. Han Hyo Joo, az önce de bahsettiğim gibi gözleri görmeyen kızımız. Ailesini uzun yıllar önce bir trafik kazasında kaybetmiş, kendisi de kırılan camlardan dolayı korneasını. Yine de hayata dört elle tutunmaya çalışıyor, bir çağrı merkezinde çalışıyor. İşyerinde ise patronunun sarkıntılıklarıyla başı dertte. So Ji Sub ise eski boksör, kirli bir geçmişe sahip. Bir dönem hapse girmiş çıkmış, şimdi ise yarı zamanlı işlerde temiz bir hayat sürmeye çalışıyor. Peki bu iki yabancının yolları, hayatın hangi kısmında kesişiyor? Yalnız ve zorlu hayatlara sahip iki yabancının, birlikte nasıl hayata tutunduklarını izlerken kayıtsız kalamıyorsunuz.
Gelelim Sadece Sen'e. Filmi henüz izlemedim, o yüzden büyük laflar etmemeye özen göstereceğim. Ama; sadece fragmanını izlemiş olmama rağmen çok büyük benzerlikler çarptı gözüme. Hatta, fragmanı ilk izlediğimde sesini duyamadığım bir ortamdaydım, buna rağmen anladım Only You'nun yeniden çevrimi olduğunu. Aynı mekanlar, aynı saç modelleri, aynı diyaloglar... Yeniden çevrimlere bir noktaya kadar karşı değilim, başarılı alıntılar yapılırsa çokta güzel olur hatta. Mesela; bildiğim kadarıyla Bir Küçük Eylül Meselesi de Hollywood yapımı The Vow'dan esas  alınmış. Alınmış ama kopyala yapıştır şeklinde değil de, temek düşüncenin üzerine yeni eklemeler yapılarak. Sadece Sen ile ilgili, İbrahim Çelikkol'un başarılı bir seçim olduğunu söyleyebilirim yine de. So Ji Sub'un sert ve aynı zamandasevgi dolu tavrını yansıtabileceğini düşünüyorum. Belçim Bilgin ise, Han Hyo Joo'nun karaktere kazandırdığı naif duruşu yakalayamamış bence. Bu karakter için daha çıtı pıtı, daha ürkek bir oyuncu seçilmeliydi. Fragmanlardan izlediğim kadarıyla gözlerinin görmemesi kısmında da başarılı olduğunu söyleyemem. Size tavsiyem, Sadece Sen'i izlemeyi düşünüyorsanız, önce Only You'yu izlemeniz. Ben de Sadece Sen'i izleyip, gerekli gördüğüm eklemeleri ve düzenlemeleri yapacağım. İyi seyirler şimdiden :)




















14 Mart 2014 Cuma

Uzakdoğu Sineması

Zaten tembel bir insan olmamın yanında; üniversitedeki bu son dönemimde, haftada bir gün dersim olmasıyla iyice pişkinliğe vurmuş bulunmaktayım. Kendime vakit ayırdığımda ise, en sevdiğim aktivite film ve dizi izlemek. Hazır uzun zamandır paylaşım yapmıyorken, bu paylaşımımı yeni keşfim uzakdoğu sineması hakkında yapmaya karar verdim.
Hollywood sinemasından artık sıkıldığımı; çünkü sürekli benzer simaları, benzer atmosferleri ve hatta benzer senaryoları gördüğümü farkettim. Buna karşın uzakdoğu sineması, benim için yeni bir pencere oldu. Yeni yüzler, yeni manzaralar, farklı diller ve farklı senaryolar ilgi çekiciydi. Ayrıca; aile yapıları ve yaşam tarzları da alışık olduğum düzene benzerlik gösterdiğinden çabucak benimsedim sanırım. Gerçi; gerçek yaşamda ne kadar benzerlik gösterir bilemem ama filmlerde yansıtılan bu şekildeydi.
Sosyal medyadan edindiğim bilgilere göre; özellikle Güney Kore ve sonrasında Japonya, sinema ve dizi dünyasında bir adım önde. Sonrasında ise Tayland, Kuzey Kore ve Çin yapımları geliyor. Aksiyon ve komedi türlerini genel olarak çok sevmediğim için tercihimi romantik ve dram türlerinde yana kullandım. Bu türlerde oldukça başarılı yapımlar ortaya koyduklarını söylemeliyim.
İzlediğim ve sevdiğim filmlerden birkaçını şu şekilde paylaşabilirim;

  • Always, Only You
  • A Moment To Remember
  • Sunny
  • First Love, A Crazy Little Thing Called Love
  • Kimi Ni Todoke
  • A Werewolf Boy
  • Sky Of Love
  • She's On Duty
Uzakdoğu sineması ile ilgili daha fazla bilgi edinmek ve kişisel zevkinize uygun filmler bulmak için  http://yeppudaa.com/ ve http://guneykoresinemasi.com/ adreslerine de göz atabilirsiniz. Şimdiden iyi seyirler :)

Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...