5 Haziran 2017 Pazartesi

İrlanda'da Dil Eğitimi - GNIB Nedir? Süreç Nasıl İşler?

General Post Office
The Garda National Immigration Bureau, bilinen adı ile GNIB, İrlanda'ya uzun dönem dil eğitimi için gelen yabancı vatandaşların almak zorunda olduğu bir yerleşim izni. Peki nedir tam olarak bu GNIB, süreç nasıl işler, başvuru sırasında ya da sonrasında dikkat etmeniz gerekenler nelerdir? Hepsinin cevabını vermek için buradayım!

Diyelim İrlanda'ya uzun dönem eğitim için geleceksiniz ve vize başvurunuzu yaptınız. Başvuru yaptığınız esnada bunu size söylemiyorlar, ama vizeniz 3 aydan daha uzun süreyi kapsamayacak arkadaşlar. Uzatmak için GNIB kart yani İrlanda'ya yerleşim hakkı almanız gerekiyor. Bunun için de, vizeniz çıktıktan sonra ''şu adresten'' randevu alıyorsunuz. Randevu almak için İrlanda'ya gelmeyi beklemenize gerek yok, zaten çoğunlukla iki ay sonrasına veriyorlar. Yani ne kadar erken alırsanız, o kadar iyi

Randevuyu aldınız, İrlanda'ya geldiniz. GNIB alana kadar, ülkeden ayrılma izniniz yok. Ayrılırsanız tekrar giremezsiniz, çünkü ilk etapta vizeyi tek girişlik veriyorlar. GNIB başvurusu, Dublin şehir merkezindeki Irısh Naturalisation and Immigration Office'de gerçekleşiyor. Randevu saatinizden yarım saat öncesinde varmanızda fayda var, numara alıp sıra bekliyorsunuz çünkü. Tabii bir de evraklarınızın da eksiksiz olması gerekiyor.


Peki bu evraklar neler?
  • Okuldan alacağınız, ödemeyi yaptığınıza ve o okulun öğrencisi olduğunuza dair mektup
  • Sağlık sigortası. (Medical Insurance) Sigortanın İrlanda'lı bir şirketten yapılmış olması gerekiyor. Çoğunlukla kaydolurken okullar bunu size sağlıyor zaten. Sağlamamışlarsa, kayıt öncesi bu konuyu bir görüşün.
  • Banka hesap dökümü. ''Bankanın yine bir İrlanda bankası olması, daha rahat bir başvuru geçirmenizi sağlar.'' diyorlar. Bu konu hakkında net bilgim yok, ama okulumdan da beni burdaki bir bankada hesap açmam konusunda yönlendirmişlerdi. Bir de bankada 3.000 Euro gösterilmesi gerekiyor diyorlardı daha önce, ama başvurumda banka hesap dökümüme bakmadılar bile açıkçası. Bu maddenin de altına imzamı atamayacağım. Siz yine bankada aşağı yukarı bu miktarlarda bir para göstermeye bakın.
  • Randevu aldığınızda size gelen mailin bir çıktısı.
Evraklarınız bunlar. Bunların dışında, buraya dikkat, daha önce size yine kimse söylememiş olabilir çünkü; başvuruda 300 Euro ödeme yapmanız gerekiyor. Nakit ödeme almıyorlar. Kredi kartı ya da banka kartınız ile başvuru sırasında ya da başvuru öncesinde bankaya yatırarak - dekontunuzla ödemeyi gerçekleştirebilirsiniz.  Buraya kadar her şey yolundaysa, size yine kimsenin daha önce bahsetmediği bir şey söyleyeceğim, vizeniz GNIB kart aldıktan sonra da tek girişlik olmaya devam ediyor arkadaşlar! Evet, ben de ilk duyduğumda küçük çaplı bir şok yaşamıştım, ama çoklu giriş için yeni bir başvuru daha yapmanız ve ekstra bir 100 Euro ödemeniz gerekiyor.

Gelelim çoklu giriş başvurusuna. Eğer vizenizi çoklu giriş istemiyorsanız ve ''Türkiye'ye dönene kadar İrlanda'da kalırım ben'' diyorsanız,, bu 2. adımı es geçebilirsiniz. Ama ''ben Türkiye'ye ya da Avrupa'ya ziyaret etmek istiyorum'' derseniz, bu başvuruyu yapmak durumundasınız.
Bunun için izleyebileceğiniz iki yol var. İlki, daha önce GNIB randevusu aldığınız linkten bu işlem için yeni bir randevu alabilirsiniz. Ama bu şekilde 8 haftaya kadar uzayabiliyor süreç. Daha temiz ve hızlı olanı, GNIB kartınızı aldığınız gibi, gerekli evraklarla Post Office'i ziyaret edebilirsiniz. Gerekli evraklar ise şu şekilde,
  • Pasaportunuz
  • GNIB kartınız
  • 2 adet biometrik fotoğraf (eğer Türkiye'de başvuru sırasında çekildiğiniz fazla fotoğrafınız varsa, yanınızda getirmeyi unutmayın)
  • 100 Euro ödedeğinize dair dekont (Bu ödemeyi Post Office'te yapabiliyorsunuz)
  • Başvuru Formu (Başvuru formunu Immıgration Office'ten temin ediyorsunuz)
  • Okul mektubu. Bu kez, devamlılığınızı da içeren daha farklı bir mektup almanız gerek. Ayrıca, devamsızlığınızın %20'den fazla olmaması gerekiyor. %80'in altındaki katılımlar için herhangi bir garanti vermiyorlar.
Buraya kadar tamamsa, evraklarınızı postaya verip, pasaportunuzun size gelmenizi beklemekten başka yapacağınız bir şey yok. 10 ile 15 gün içinde gönderildiğini söylüyorlar. Belirtmeden geçmeyeyim, postaya vermeden önce GNIB kartınızın fotoğrafını çekmeyi unutmayın. Aksi taktirde elinizde herhangi bir ID bulunmuyor.

Umuyorum yeterince detaylı ve aydınlatıcı bir şekilde açıklayabilmişimdir süreci. Aklınıza takılan her türlü soru için, yorum kısmına sorularınızı bırakabilirsiniz.
Şimdiden bol şanslar!

30 Mayıs 2017 Salı

Yurt Dışındaki Eviniz ''Roma''


İlk olan her şey biraz bilinmemezlik, belki biraz ürkeklik barındırır. Ne ile karşılaşacağınızı bilmediğiniz için bazı ön hazırlıklar yapmanız gerekir. Ben de haliyle, seyahatimiz öncesinde biraz tedirgindim. Günlük yaşam nasıl, insanların yaklaşımı bizden çok farklı mı, nerede ne yenir - ne içilir gibi sorularımın çok ötesinde; bizden çok da farklı olmayan, kendimi hiç yabancı hissetmediğim bir şehir ile karşılaştım. O sebeple de Roma için yapacağım en iyi tanımlama ''Yurt dışındaki eviniz'' oldu.

Bundan yaklaşık dört ay önce, Aralık ayının başında ziyaret ettik Roma'yı. Eğer seyahatiniz için aceleniz yoksa, Christmas sebebiyle Aralık çok doğru bir zaman olacaktır. Çam ağaçları ve kozalaklar gibi dönemin ruhunu yansıtan envai çeşit süslemeler, şehre daha farklı bir gözle bakmanızı sağlayabilir. Neyse, lafı fazla uzatmadan nerelere gittik, neler yedik gibi detayları aktarmaya geçiyorum.

Pegasus sağolsun, aylar öncesinden uygun fiyatlı  biletlerimizi aldık ve yolculuğa çıkacağımız günü bekledik. Kış mevsiminin başlangıcı olmasına rağmen  ılık bir hava ile karşıladı bizi Roma. Şehrin tam göbeğindeki; Roma Forumu, Kolezyum, Aşk Çeşmesi ve İspanyol Merdivenleri gibi turistik noktalara yürüme mesafesinde olan otelimiz  Hotel Impero'yu gözü kapalı tavsiye edebilirim. Daha uygun fiyatlı başka hosteller de tercih edebilirsiniz tabii ama konforu ve güvenliği ön planda tutuyorsanız Impero ihtiyaçlarınızı karşılayacaktır. Dört günlük tatilimizin ilk gününde Aşk Çeşmesi'ni, ertesi gün Kolezyum'u ve İspanyol Merdivenleri'ni ziyaret ettik biz. Kolezyum ve Roma Forumu birbirine yakın noktalar olmasının yanında, tek güne sığdırılamayacak kadar büyükler. Eğer zamanınız varsa, bu iki noktaya 1'er gün ayırmanız daha yerinde olacaktır. Üçüncü günümüzde Roma Forumunu ziyaretimizin ardından ise, son günümüzü Villa Borghese Bahçeleri'ni ve Pantheon'a ayırdık. Tabii bu esnada İtalya'nın farklı lezzetlerini keşfetmeyi de ihmal etmedik ama bu konudaki düşüncelerim sizi biraz hayal kırıklığına uğratabilir.

İlk olarak Aşk Çeşmesi'nden bahsetmek istiyorum. İtalyan'ların deyimi ile Fontana di Trevi, en bilinen yönüyle hayatınızın aşkını bulmanızı sağlayan bir çeşme. Bu batıl inanış, eğer tek bozukluk atarsanız Roma'ya tekrar gideceğinize, iki bozukluk atarsanız Roma'da evleneceğinize ve üç bozukluk atarsanız bir İtalyan ile evleneceğinize işaret ediyor derler. Ne kadar inanırsınız orası size kalmış tabii ama, tedbiri elden bırakmamak adına biz birkaç bozukluk ile denedik şansımızı. Çeşme otelimize çok yakın olduğu için, hemen hemen her gün önünden geçtik ve ister gece olsun ister gündüz, etrafı hep çok kalabalıktı. İspanyol Merdivenleri ise Gucci, Chanel gibi ünlü markaların konuşlandığı bir alanın merkezinde yer alıyor. Arkanıza İspanyol Merdivenleri'ni aldığınızda, önünüz hep mağaza. Dar sokaklarda muntazam şekilde hizalanmış bu mağazaların arasında küçük küçük pub'lar da bulabilirsiniz. Ayrıca, birçok forumda sıkça bahsedilen ünlü makarnacı Pastificio da bu alanda yer alıyor.

Kolezyum ve Roma Forumu, en başta da belirttiğim gibi yan yana iki nokta. Tek bilet ile (sanıyorum 25 Euro gibi bir fiyatı vardı) iki noktayı da ziyaret edebiliyorsunuz. Biletiniz iki gün geçerli. Bu sebeple acele edip tek güne sığdırmanıza gerek de yok. Kolezyum da, Roma Forumu da barındırdıkları tarihsel ruh ve mimarileri ile kendilerine hayran bırakıyolar sizi. Uzun yıllar önce inşa edildiklerini de göz önünde bulundurduğunuzda gerçekten hayret ediyorsunuz. Sanırım Roma ile ilgili en  sevdiğim şeylerin başında, tarihsel değerlerini çok güzel bir şekilde muhafaza etmiş olmaları geliyor. Baktığınızda, gelişmiş bir Avrupa ülkesinin başkenti Roma. Her daim çok kalabalık, ama buna rağmen yürüdüğünüz her sokakta, gördüğünüz her yapıda yüzyıllar öncesinin izlerini görmeniz mümkün. Biz biraz İstanbul'da Nişantaşı - Taksim taraflarına benzettik şehrin doğasını ve yapıların muntazamlığını.

Pantheon ise, yine Kolezyum'a çok uzak olmayan bir noktada; şehrin göbeğinde bulunuyor. Kelime anlamı olarak ''Tüm Tanrı'ların tapınağı'' anlamına geliyormuş. Ücretsiz ziyaret etmeniz mümkün. Geniş tavanlı, yine tarihin izlerini taşıyan bir mimari. Ayrıca bu bölge, gece hayatının zengin olduğu bir bölge. Çevresindeki çeşit çeşit pub'dan istediğinizi tercih edebilirsiniz. Roma çoğunlukla pub ve restoranların konuşlandığı; bar kültürünün çok zengin olmadığı bir şehir sanıyorum. Ya da biz rast gelmedik bilmiyorum ama insanların tatlı tatlı sohbet edip, şarkılara eşlik ettiği ve şaraplarını yudumladıkları publar, zaten her zaman öncelikli tercih olmuştur benim için. Son gecemizin doğum günüme denk gelmesiyle birlikte, Pantheon çevresindeki Pummarola'yı tercih ettik biz. Tatlış minik masaların birbirine yakın yer aldığı, sıcak atmosfere sahip bir mekan. Şansımıza garsonlardan birinin de daha önce Türkiye'yi ziyaret etmiş olmasıyla, aramızda tatlı diyaloglar da geçmişti. Nedendir bilmem, Türkiye diyince her muhabbetin sonu futbol takımlarına gidiyor benden söylemesi.

Yeme - içme muhabbetine çok girmeden yazıyı burada noktalamak istiyorum. Gereksiz uzatmamak adına, o konuyu ayrı bir başlıkta değerlendireceğim çünkü. Sorularınız ve merak ettikleriniz olursa yorum kısmına belirtiniz lütfen. Sevgiyle kalın, hoşçakalın!

23 Nisan 2017 Pazar

Dublin Kozmetik Alışverişi


Beni yakından tanıyanlar, başlık yaratma konusunda ne kadar yaratıcılıktan uzak olduğumu bilirler. Bu durumun bir örneği olarak bu yazı ile karşınızdayım işte. Anlamış olacağınız üzere bu kez, Dublin'deki kozmetik alışverişi konusuna değineceğim :D

Bir önceki yazımda bahsetmiştim, bizdeki Watsons ya da Gratis gibi bir kozmetik zinciri var burada, Boots. Ancak bizdekilerden farklı olarak, Boots, ''Pharmacy and Beauty'' diye geçiyor. Kozmetik ürünlerinin yanında, sağlık ürünleri de satıyor.

Mağazanın dar reyonundan bir görüntü
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, burada mağazalarda reyonlar çok dar arkadaşlar. Klostrofobi derecesinde değil ama dar alanlarda zaman geçirmek çok zordur benim için. İçime afakanlar basıyor. Bugün de yine aynı şekilde, reyondaki insanların boşalmasını beklerken mağazayı kaç kez turladım bilmiyorum. Marketlerde de aynı durum geçerli.

Bildiğiniz Sleek, Max Factor, Rimmel London, Loreal Paris, Benefit gibi markaların yanında; No 7, Seventeen, Boirjois, Barry M ve Collection gibi markalar yer alıyor mağazada. Ama her mağazada her marka yok. Büyük olanlarda seçenek daha fazla. Collection ve Seventeen ucuz markalar. £3.99'dan başlıyor genelde ürünler. Max Factor, Loreal yine bizdekinden çok farklı değil, ortalama £10.00'dan başlıyor. Ama tabii hangi ürünün Türkiye'de ne kadar olduğunu bilmediğimden çok detaylı örnek veremiyorum. No 7 de Max Factor ve Loreal ayarında bir marka fiyatlar bakımından. Barry M hem fiyatı hem de anladığım kadarı ile kalitesi iyi bir marka. Ben corrector'larına ve mat likit rujlarına aşık oldum. 5 Euro fiyatları iki ürünün de. Diğer yandan Nyx'in Adorable, Smokey gibi far paletleri 10 Euro. Bizde ise aynı palet 30 TL. Daha ucuz yani.


Duş jeli, roll on gibi ürünler daha ucuz burada. 1 - 2 Euro ortalama fiyatlar. Bir de arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarı ile Batiste kuru şampuanlar Türkiye'de 27 liraymış. Burada 4 Euro. Yani ortalama 16 lira. Dikkatimi çeken bir diğer şey ise, bizdeki Rexona, burada Sure adı ile satılıyor. Emin olmak için baktım evet Unilever'in. Fiyatları da gayet uygun. Ayrıca Garnier'in de roll-on'ları var ve enfes kokuyorlar. Gelirken birkaç tane almayı düşünüyorum onlardan. Deodorantlar ise devasa boylarda. Bizde sanırım 150 ml normal boylar, burda 200 - 250 ml. Bir de daha küçükleri var ama 200 - 250 ml olan ürünler 2 - 3 Euro'lara satılıyor. Pedler de ucuz yine 1- 2 euro civarlarında. Böyle ıvır zıvırları pahalıdır diye gelirken Türkiye'den almayı düşünenler, almayın derim. Boşuna çantanızda yer kaplamasın.


Şimdilik bu kadar. Reyonların darlığı dışında farklı markaları deneyimleyebilme avantajı ve kişisel bakım ürünlerinin fiyatlarının uygunluğu bakımından ben sevdim burayı.
Başka mağaza ve ürün keşiflerinde görüşmek üzere, hoşçakalın!

15 Nisan 2017 Cumartesi

Dublin Rehberi - Vizeyi Alıp Geldikten Sonra Bilinmesi Gerekenler


İrlanda'ya gelene kadar geçen süreci anlattıktan sonra, geldikten sonra nelere ihtiyaç olabileceğini de biraz aktarmak istedim sizlere. O sebeple yazı biraz ordan biraz burdan detaylar içeriyor. Karmaşık gelirse şimdiden kusura bakmayın, ama gelmez diye ümit ediyorum.

Şimdi arkadaşlar, vizeyi aldınız ve her şey bitti değil. Her şey daha yeni başlıyor. Uzun dönem (D) vize alanlar ya da alacaklar için konuşuyorum, İrlanda'nın Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkeler için geçerli olan bir GNIB Kart muhabbeti var. Detayı nedir derseniz açıklayamam, ama siz 3 aydan uzun süre kalmak isteseniz de size vizeyi ilk etapta 3 aydan uzun vermiyorlar. 3 ay vize veriyorlar, sonrası için GNIB Kart almanız gerekiyor. Bunun için önce şu adresten randevu alıyorsunuz. Ama sizi uyarayım, 2 ay sonraya kadar randevu verebiliyorlar, eğer vizeniz çıktıysa buraya gelmeden alın randevuyu. Neyse, siz bu randevuyu beklerken, bir yandan da burda bir banka hesabı açmanız gerekiyor. Çünkü başvuruda, bankada 3.000 Euro göstermenizi bekliyorlarmış. (Bu konuda yazılı hiçbir açıklama bulamadım, sadece çevreden duyduklarım doğrultusunda yazıyorum.) Sanırım Türkiye bankalarını da kabul ediyorlar, ama o zaman daha çok soru soruyorlarmış, daha çok zorluyorlarmış vs. Herkes burdan bir hesap açılmasını tavsiye ediyor. Ama hesap da öyle kolay açılmıyor. Bankaya gidip önce randevu alıyorsunuz, diyelim 2 hafta sonraya randevu verdiler, gidip o tarihte okul mehtubu, sağlık sigortanız ve pasaportunuzla hesap açtırıyorsunuz. Ama Türkiye'den bir sağlık sigortası kabul etmiyorlarmış, bir İrlanda şirketinden almanız gerek. Ben gelmeden okuldan almıştım zaten, o sebeple sorun olmadı.

GNIB başvurunuz sırasında da 300 Euro ödemeniz gerek. Eğer kredi kartı veya debit kart ile ödeyecekseniz o gün yapabiliyormuşsunuz ama eğer nakit olarak hesaba yatıracaksanız, önceden yatırıp dekont götürmeniz gerek. Ben de henüz almadım kartımı, 2 Haziran'da başvuru sırasında neler oluyor hep birlikte göreceğiz.

Peki Dublin'e geldikten sonra ne oluyor? Öncelikle bir hat almanız gerek değil mi? Eğer Türkiye'deki
hattınızı burda kullanmayacaksanız tabii. Burda Tesco, Three, Lycamobile ve Vodafone var. Çoğunluk sanıyorum Three kullanıyor ve hızından da çok memnunlar. Ama biraz pahalı bir hat söyleyeyim. Aylık 20 Euro ödüyor arkadaşlarım. Bende Lycamobile var. Okuldan ücretsiz aldım hattı. İlgili merkezlerde ise top up yapmanız yani bakiye yüklemeniz lazım. Ben 5 Euro'ya 5GB almıştım ilk geldiğimde ve hala onu kullanıyorum. Hızından da oldukça memnunum açıkçası. Tercih size kalmış.

Sıra alışverişe geldi. Bir önceki yazımda açıklamıştım, ''Her gün dışarda yerseniz tabii ki pahalı olur ama marketlerden alışveriş yapmak o kadar pahalı değil'' diye. Peki bu marketler hangileri? Spar, Tesco, Lidl ve Aldi burdaki popüler marketler. Ben henüz hiç Aldi görmedim aman çok duyuyorum. O yüzden hakkında yorum yapamayacağım. Tesco ve Lidl, Spar'a göre çok daha ucuz. Neredeyse yarı fiyatı her şey. İlk geldiğimde Spar'dan alışveriş yapıyordum hep çünkü çok daha fazla şubesi var ve küçük bir market. Ama Tesco ve Lidl bizim Carrefour, Real gibi. Sebze - meyve ve alkol için Lidl'ı, abur cubur ve hazır gıda için de Tesco'yu tercih etmenizi tavsiye ederim. Çeşitler ve fiyatlar farklılık gösteriyor. Bir de ne alırsan 2 Euro'cu var burda, Euro Giant. Ordan da işte ıvır zıvır ihtiyaçlarınızı 1,5 - 2Euro'lara karşılayabilirsiniz. Mesela konvertör, duş lifi gibi gibi. Ben bu gibi şeyler için uğradım hep.


Dışarda yemek hakkında biraz örnek vermem gerekirse, biralar genelde 4.80 - 5.30 civarı. Guinnes, 20 - 30 Cent daha ucuz. Mcdonald's ve Burger King menüleri ise 5.70 - 6.50 civarlarından başlıyor. Big Mac ve Big King sığır etinden yapılıyor, domuz kullanmıyorlar.

Mcdonal's demişken aklıma geldi, burda öğrenciler için Student Leap Card var. Okuldan bir mektup ve 10Euro karşılığında alıyorsunuz. Hem akbil olarak kullanabiliyorsunuz daha uygun fiyatlarla yolculuk yapıyorsunuz, hem de Mcdonald's ve Boots gibi yerlerde indirimler var. Mcdonald's'ta bazı menüler 5Euro mesela. Boots ise burasının Gratis ve Watsons'u gibi bir yer. Orda da %15 indirim oluyormuş. Ben henüz kartımı almadığımdan, arkadaşlarımın söylediklerini aktarıyorum, yeni haftada alınca gerekirse güncellerim inşallah.

Şimdilik bu kadar. Umarım bazılarınıza faydalı olabilmiştir yazım. Çokça sevgiler!

14 Nisan 2017 Cuma

İrlanda'da Dil Eğitimi ve Bilinmesi Gerekenler


Herkese merhaba! Bu yazıyı Dublin'e gelişimin 3. haftasında yazıyor olmam, süreçten ne kadar bunaldığımın ve elimin nasıl da gitmediğini gösterir nitelikte sanırım. Çok zor bir süreçti arkadaşlar, en azından benim için. Neden mi? Gelin süreci en baştan anlatayım size.

Öncelikle, umarım bu yazı İrlanda'ya dil eğitimine gelmeyi düşünen en azından 1 ya da 2 kişinin işine yarar da benim de birilerine bir faydam dokunmuş olur. Ama yazının başında şunu da belirtmem gerekir ki, ben herhangi bir acenta vasıtası ile değil de bireysel başvuru ile geldim buraya. Anlatacaklarım, acentaya müracat edenlerle farklılık gösterecektir.

Yurtdışında dil eğitimi, her zaman en büyük hayallerimden biriydi. Hatta en büyüğü buydu desem daha doğru. Sırada Kore seyahati var, ama şu an konumuz bu değil :P
Dublin, hep hayalini kurduğum ülke değildi aslında. Ben aksanlarına daha yakın hissettiğim için, Amerika'ya gitmek istiyordum en başta. Ama biraz araştırma yapınca gördüm ki, Amerika'daki 3 aylık eğitim masrafları Avrupa'daki 6 aya denk geliyor. ''E aynı parayı harcayasaksam neden 3 ay değil de 6 ay kalmıyorum?'' dedim kendime ve rotayı Avrupa'ya çevirdim.
Avrupa dediysem de, İngiltere'yi lütfen bunun dışında tutun çünkü orası da oldukça pahalı. Ben Malta, Avustralya, Polonya gibi ülkeler yerine İrlanda'ya gelmek istedim çünkü 1.si İngilizce konuşulan bir ülkenin benim için daha faydalı olacağını düşündüm. 2.si ise diğer ülkelerdeki Türk öğrenci nüfusunun son dönemlerde iyice arttığını duydum ve onlardan uzak kalmak istedim açıkçası.

Gelelim 6 aylık bir dil eğitiminin İrlanda için maddi gereksinimlerine. Şunu söylemem gerekir ki, hiçbir şey için acele etmeyin arkadaşlar. Vaktinden önce öten kuşla ilgili bir atasözümüz vardı ama şu an hatırlamıyorum, onu getirin aklınıza. Her şeyin doğru bir zamanı olduğuna ve evrenin size onu öyle ya da böyle getireceğine inanın. Ama bunun için emek harcamayı da ihmal etmeyin tabii. Sadece acele etmeyin, kendinizi üzmeyin. Psikolojik ve maddi anlamda kendinizi hazırlayın ki sonrası güzel olsun. O süreci stres içinde değil de keyifle, tadını çıkartarak yaşayabilin. Bunu neden mi diyorum? En başlarda ben de çok sabırsızdım çünkü. Üniversiteden mezun olduğum gibi tutturdum benim gitmem lazım diye. Ama maddi anlamda çok imkanım yoktu o dönem. Sonra düşündüm, kendimi ve ailemi zorlamak yerine doğru zamanı beklemeye karar verdim. 2 yıl çalıştım ve biraz birikim yaptım. Tabii ailemin de desteği ile, geçen yılın Eylül ayı gibi araştırmalarımı yapmaya başladım. Bir acenta ile başvurmadığım için süreç benim için biraz daha uzun oldu sanırım. Neden acenta ile başvuru yapmadın derseniz, hem komisyon bedeli vs gibi harcamalar yapmak istemedim açıkçası (komisyon almayan bazı acentalar da var sanıyorum ama çok emin değilim) hem de (asıl sebebi bu) benim okul ve diğer harcamalar dışında gösterebildiğim bir 7.000 Euro'm yoktu. Ama acentalar, bu parayı göstermeden başvuru yapamayacağımı söylediler. Ben de risk alıp, yine de başvuru yapmaya karar verdim. (İşin bu kısmı biraz illegal olabilir, umarım bu yazıdan sonra beni ülkeden atmazlar )
İzlediğim süreci aşağıda madde madde anlatıyorum arkadaşlar.

- İnternetten Dublin'deki okulların bir listesini buldum ve en ucuz 3 tanesine mail attım. Bu mailde kendimi tanıttım ve eğitimleri ve ücretleriyle ilgili beni bilgilendirmelerini istedim. (Bu maddeden anlayacağınız gibi benim zaten iletişim kuracak İngilizcem vardı bu arada. Ama yeterli İngilizce'si olmayanlar, yakınlarından da destek alabilir bence.)
- Verdikleri cevaplara ve hissettiğim duygusal yakınlığa bağlı olarak Delfin English School ile yoluma devam etmeye karar verdim.
- 6 aylık eğitim için Kasım ayında bana verdikleri ücret 2250 Euro oldu. Normalde 2500'müş ama indirim dönemine denk gelmişim. Ödemeyi Şubat'ta yaptım ama aylar öncesinde iletişim kurduğum için fiyatı sabit tuttular. Ek olarak 1 aylık konaklama 540 Euro ve sınav ücreti, kitap bedeli falan toplam 3250 Euro'y geldi. (en uygun seçenek haftalık 135Euro olan budget accommodation yani yurt seçeneğiydi benim için)
- Şimdi gelelim başvuru sürecine. Başvuruyu Harbiye'deki VFS Global'e yapıyorsunuz. Bahariye ofisinde İrlanda başvuru kabul edilmiyor. Sağlık sigortası, okul ve konaklama ücretinin ödendiğine dair dekont, dilekçe, sponsor metni ve harcamalar dışında 7.000 Euro gösterdiğiniz banka dökümleri gibi belgeler istiyorlar sizden. Şimdi gelelim illegal kısma. Ben 7.000 değil yaklaşık 5.000 Euro gösterdim bankada arkadaşlar. 17 - 18.000 TL arasıydı sanırım ama emin değilim. Bir de özellikle annemler maaş aldığı gün falan aldık ki hesap dökümlerini, daha fazla para gözüksün. Bir de ben bu banka dökümlerini okul parasını ödemeden aldım. Yani okulun parasını yatırdıktan sonra kalan para 5.000 TL falan oldu ama kabul ediyorum bu biraz riskli bir davranış :D O hafta içinde ödedim diyelim parayı, başvuru yaptığımda dökümler hala günceldi.

Gelelim işin can sıkıcı kısmına. 26 Şubat günü gittim VFS'ye hiç unutmam, başvuruyu alan personelin tavırları kulakları çınlasın o kadar sinir bozucuydu ki, vizeyi alana kadar geçen 1 aylık bekleme süresi benim için kabus gibiydi. 7.000 Euro olmadan kabul edilmez başvurun dedi, buna rağmen bşvurmak istediğime dair bana imza attırdı, ben zaten okuldan 120 Euro ödeyip sağlık sigortası yaptırmıştım, bana yine sağlık sigortası yaptırttı falan. İşi iyice yokuşa sürdü ve agresif ve aksi tavırları ile de bütün hevesimi kaçırdı. Bu sebeptendir ki, vizemi aldığımda ilk yapmak istediğim (eğer mail adresi olsaydı) ona n'oldu gördün mü temalı bir mail atmak oldu.

Ben öyle böyle başvuruyu yaptım işte arkadaşlar ve beklemeye başladım. Nasıl bir şanstır ki, ders başlangcına 3 gün kala çıktı vizem. 3 günde çanta hazırladım, biletimi aldım, arkdaşlarımla bile vedalaşamadan apar topar Dublin'e uçtum yani. Hayatımın en zor süreçlerinden birini yaşadım vizemin çıkmasını beklerken. Düşünsenize yıllardır hayalini kurduğunuz bir şey için bekliyorsunuz, okula ve yurda o kadar para ödemişsiniz, çıkmazsa tekrar o parayı gösteremeyeceksiniz falan :D
Neyse çıktı çok şükür ve ben Dublin'deki 3. haftamın içindeyim. Öyle denildiği kadar pahalı bir ülke değil burası bu arada. Her gün dışarda yiyip içerseniz tabii ki pahalıya gelir ama Türkiye'de de her gün dışarda yiyip içerseniz pahalı. Konaklama şu an için benim için biraz pahalı ama oda arkadaşı arayanlar için daha uygun internet siteleri ve Facebook grupları da var.

Dublin'de öğrenci olmakla ilgili başka bir yazı da yazacağım yakında, ama şu an, bu hali ile bile yeterince uzun bir yazı yazdım sanırım. Elimden geldiğinde detay vermeye çalıştım. Ama soru sormak isteyen olursa yorum kısmından belirtsin lüften. Daha fazla detay seve seve paylaşabilirim.
Hayallerini gerçekleştirmek isteyen herkesin yolu açık olsun. Bir sonraki yazıya kadar hoşçakalın efenim!

Güncelleme: Arkadaşlar, bazı yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için bir güncelleme yapmak istedim. Yukarıda anlattığım 7.000Euro dediler ama ben 5.000 Euro gösterdim olayı şöyle. 7.000 Euro göstermem gerektiğini bana VFS Global'deki başvuru sorumlusu söyledi, ama Irlanda Resmi Göçmenlik ve Vatandaşlık sitesinde, bu bütçenin 1 akademik yıl için gösterilmesi gerektiği yazıyordu ve ben akademik yıl için gelmeyecektim. Sitede hangi süreler için ne kadar bütçe gösterilmesi gerektiği detaylıca yazıyor. Her ay için orlatala 500 Euro'nun yaşam masrafı için gösterilmesi gerekiyor diyebilirim. Yani illa 7.000Euro göstermem gerekmediğinden kendimi buna zorlamadım. Sonra bu kız kendi kafasına göre iş yapmış, buna nasıl vize verdiler demeyin.
Sitenin bana çok faydası oldu, her türlü sorunuz ile ilgili http://www.inis.gov.ie/ adresine göz atabilirsiniz.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar? Alışık Olduğumuz Bir Sihir Evreni mi? - Yepyeni Bir Keşif mi?



''Harry Potter'dan önce de sihir vardı!'' sözüyle yola çıkan, bizleri alışık olduğumuz Harry Potter evrenine davet eden Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar'ı birçok Pottersever gibi ben de aylardır çok büyük bir heyecanla bekliyordum. Beklediğimi buldum mu, bulamadıysam neden, gelin aşağıda birlikte göz atalım.

Her şeyden önce, filmlerini izlemeden kitaplarını okumuş olan bir Harry Potter hayranı olarak, kitabını okumadan hikayeye dalmak Fantastik Canavarlar tarafında bende büyük bir eksiklik yarattı. Kitap okuma alışkanlığı edinmiş kişiler bilir, kitaplarda anlatılan hikayeler her zaman daha fazla derinliğe sahip olur, yaratıcı yönünüzü ortaya çıkartır. Dolayısı ile daha hakim olduğunuz hikayeyi içselleştirmeniz de daha kolaydır. Harry Potter da benim için tadı bilindik en sevdiğim yemek, ara sokaklarına kadar bildiğim doğduğum şehir gibiydi çünkü ilk kitabından son kitabına, tüm hikayeyi önce kitaplarla tanıdım. Filmlerde atlanan detaylar, benim hafızamda her zaman vardı ve olay örgüsü asla kopuk kopuk olmadı. Fantastik Canavarlar'a baktığımızda ise, her ne kadar film bize Harry Potter'ın bilindik sihirli dünyasını vadetse de, benim tarafımda arası doldurulamayan çok fazla sahne geçişi ve neden öyle olduğunu anlamadığım bir sürü olay vardı. Bunlardan birkaçını aşağıda listelemem gerekirse... (yazının bundan sonrası spoiler içerebilir!)


- Baş kahramanımız Newt Scamander'ın tam olarak kim olduğunu bilmiyoruz. Tamam, fantastik canavarlara ilgisi olan İngiliz bir sihirbaz olduğunu ve bir bavul canavar ile Amerika'ya yolunun düştüğünü anladık ama fantastik canavarlara nasıl ilgi duymaya başladı mesela? Hogwarts'tan atıldıktan sonra kariyerine nasıl devam etti? Şu yüce oturumda bahsedilen halk kahramanı abisi kim?
- Fantastik Canavarlar döneminin ve tabii ki filmimizin çok korkulan kötüsü Grindelwald tam olarak kim ve neden o kadar kötü? Sonuçta Harry Potter evreninde, ilk kitaptan itibaren Voldemort'un kim olduğunu ve ondan neden o kadar çok korkulduğunu biliyorduk. Serinin devam kitaplarında hayatına dair daha fazla detay edinmemizin yanında, hikayenin başında da ona dair birtakım izlenimlerimiz vardı. Grindelwald ismi daha önce Ölüm Yadigarları'nda geçiyordu ama neden muggle dünyası ile bir savaşa girmeye ihtiyaç duyuyor, onu buna iten ne bilmiyoruz?
- Hatırlarsanız, Harry Potter ve Ateş Kadehi filminde çok özlü iksir içen Barty Crouch Junior, Profesör Moody kılığına girmişti. Bu filmde de Grindelwald'ın, Colin Farrell tarafından canlandırılan Percival Graves'in yerine geçtiğini öğrendik en sonda. Peki gerçek Percival'a ne oldu? Kimdir bu Percival Graves? Ben şahsen Farrell'i filme çok yakıştırmıştım, ancak fan sayfalarından okuduğum bazı yorumlara göre devam filmlerinde göremeyeceğiz kendisini. Bu demek oluyor ki, Percival'ın hikayesini asla derinlemesine öğrenemeyeceğiz.

Percival Graves rolünde Colin Farrell
Yukarda saydığım maddeler dolayısı ile, genel anlamda film bende biraz eksik kalmışlık hissi uyandırdı. Tabii ki bu eksik kalmışlığin ana sebebi, hikayenin aslında Harry Potter'da olduğu kadar büyük bir derinliğinin olmaması. Potter evreni olay örgüsünün ince ince örüldüğü, her detayında yeni şeyler keşfettiğimiz bir evrendi. Fantastik Canavarlar ise ilk etapta bir yan hikayeyken, şu an seri olarak değerlendirilen daha büyük bir organizasyona dönüşmüş durumda. Kitabı bile 72 sayfalık, derin bir anlatımın yer almadığı, temelde fantastik canavarların tanıtıldığı bir Hogwarts ders kitabı.

Eksik hissettiğim noktaların sonrasında, gelelim filmin sevdiğim yönlerine. Olumsuz o kadar yorumun ardından sanmayın ki filmi sevmedim!
Filmi sevmemin en başlı sebebi tabii ki, ne kadar beklediğimden kopuk da olsa hikayenin bir sihir evreninde geçmesi ve bu evrenin bizim alışık olduğumuz bir evren olması. Muggle (gerçi bu hikaye ile Amerika'da sihir yapmayanlara büyüdışı dendiğini de öğrendik), cincüce, hipogrif, Dumbledor, Hogwarts gibi alışık olduğum terimler duymak çok büyük bir mutluluk sebebiyken; bahsettiğim büyüdışı örneğinde olduğu gibi yeni şeyler de öğrenebildiğimiz bir hikaye olması açısından heyecan uyandırıcı. Bununla birlikte, orijinal Harry Potter müziğinin, Fantastik Canavarlar için yeniden düzenlenmiş versiyonunu da çok sevdim. Ayrıca serinin toplamda 5 filmden oluşacağını öğrenmek de beni ayrı mutlu etti, çünkü bu demek oluyor ki yukarda saydığım cevapsız kalan sorularım büyük ölçüde cevaplanabilir. Bununla birlikte! Son sahnede Grindelwald olarak Johny Deep'i görmek sizin de ağzınızı açık bırakmadı mı?!

Ron'un Fantastic Beasts'teki el yazısı
Tüm bunların yanında, baktım hikayeye kendini kaptırmadan olmuyor - daha derin bir anlatıma ihtiyacım var - neden kitabı okumuyorum ki arkadaş dedim kendime. Yani bu yazıyı yazarken, Fantastik Canavarlar'a karşı daha büyük bir heyecan duyuyorum içimde, çünkü kitabı okumaya başladım. Henüz ilk sayfalarda olmakla birlikte - yine spoiler - hikayenin ilerleyen süreçte Potter evreni ile daha bağlantılı hale geleceğini bilmek, Ron'un o alışık olduğumuz tatlı saçmalıklarına bu hikayede de şahit olmamız, kendine has söylemiyle sayfa kenarlarına iliştirdiği notları kalbimi pır pır ettirmeye yetiyor. (Nasıl yani Ron mu demeyin, kitap bitince detaylıca yazacağım.)



P.S. Kitabın ne yazık ki şu an için Türkçe versiyonunu ben bulamadım. Hiçbir online alışveriş sitesinde de stoklarda kalmamış. ''Ben de okumak istiyorum.'' diyen potterhead'ler için, İngilizce pdf linkini şuraya bırakıyorum http://bit.ly/2gaSBvN

Queenie Goldstein
Künyeden bahsetmeden yazıyı bitirmek olmaz diyenlerdenseniz, başrolde Newt Scamander karakteri ile benim bayıldığım bir İngiliz aktör Eddie Redmayne yer alıyor. Kendisine daha önce Her Şeyin Teorisi filmini izleyip aşık olmuştum. The Danish Girl'de de çok çok iyi olduğunu söylüyorlar, en kısa zamanda izlenecekler listemde yer alıyor. Bence duyguyu izleyiciye geçirmek konusunda çok başarılı bir oyuncu kendisi. Diğer rollerde ise Porpentina Goldstein olarak Katherine Waterston, Queenie Goldstein olarak Alison Sudol ve tatlı muggle'ımız Jasob Kowalski olarak ise Dan Fogler var. Ürkütücü Obscurus Credence rolünde Ezra Miller'ı atlamak olmaz, zira bence kendisi önü çok açık genç oyunculardan. Daha önce The Perks of Being a Wallflower ve We Need to Talk About Kevin filmleriyle dikkat çekmişti. Yakın zamanda da Flash olarak karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Benim bu film için açık ara favori karakterim ise, tatlılığı ile içinizi ısıtan Queenie Goldstein. Karakter olarak benzemeseler de Friends'teki Phoebe gibi bir enerjisi var, yüzünüzü gülümsetiyor.
Filmin yönetmenlik koltuğunda ise Harry Potter'ın son 4 filmini de yöneten David Yates oturuyor. Devam filmlerini de muhtemelen yine Yates'ten izleyeceğiz ki imdb abimiz öyle diyor.

Devam filmleri demişken, diğer 4 film ne zaman tamamlanır bilinmez, (herhalde 40 yaşlarımı görürüm sonlarına geldiğimizde, 2. film için 2018'den - 3. film için 2020'den bahsediliyor) gelin biz bu arada önce Fantastik Canavarlar'ın kitabını okuyalım sonra bilgilerimizi tazelemek için Harry Potter evrenine tekrar bir kucak açalım. En azından ben en baştan bi kitapları okumayı düşünüyorum tekrar.

Orijinal soundtrack'in Fantastik Canavarlar'a uyarlanmış versiyonunu da paylaşıyorum aşağıda. Öpüldünüz!


5 Ekim 2016 Çarşamba

Like Sunday Like Rain / Yağmurlu Bir Pazar Günü



İçinizi ısıtan, yer yer tebessüm etmenizi, yer yer ise kalbinizde bir yerlerde bir burukluk hissetmenize sebep olan ''arkadaşlık'' temalı fimleri hep çok sevmişimdir. İşte ''Like Sunday, Like Rain'' tam da öyle bir film.

Film izlerken seçiminizi neye göre yapıyorsunuz bilmem, herkesin karar mekanizması farklı çalışıyordur sanıyorum. Ben daha çok oyuncu odaklı yaparım film tercihlerimi. Sevdiğim bir oyuncunun diğer yapımlarını da keşfetmek isterim. Farklı karakterlere nasıl hayat verdiğini görmek, o oyuncuyu daha iyi analiz etmeme yardımcı olur çünkü.
Bu filmi de izlemek istememin sebebi, bir dönemin çok ses getirmiş Gossip Girl dizisinde Blair Waldorf (nam - ı diğer Queen B) karakterini canlandıran Leighton Meester oldu. Meester, Gossip Girl'deki dikkafalı, gösterişli Waldorf'tan çok daha farklı bir hikaye sunuyor bu filmde izleyiciye. Ailevi ilişkilerinde ve erkek arkadaşıyla ilişkisinde problemler yaşayan, maddi anlamda da belini bir türlü doğrultamayan Eleanor, bir anda 12 yaşındaki dahi çocuk Reggie'ye bakıcılık yaparken buluyor kendini. Film aslında bu noktada küçük çaplı bir yanılsamaya sokuyor sizi. Eleanor'un, Reggie'nin hayatına yön vereceğini zannederken, Reggie küçük yaşına ve baskı altındaki hayatına rağmen Eleanor'un elinden tutan kişi oluyor.

Reggie'yi, ilk kez ekran karşısına çıkan Julian Shatkin canlandırıyor ve canlandırdığı karakter gerçekten çok zeki. 8 aylıkken okumayı söken, çok küçük yaşlarda karmaşık matematik problemlerini çözebilen, Chello çalan, beste yapan bu dahi çocuğun her zengin ailede olduğu gibi (filmlerde bize gösterilen zengin aile yaşantılarından bahsediyorum tabii) baskı altında kalmak gibi bir problemi var. Her gün yapması gereken ödevleri, yemesi gereken besinler, uyması gereken davranış şekilleri... Okula bile yürüyerek gidemiyor, çünkü onun için maaş alan bir şoförleri var vs. Tüm bunlara rağmen, bu filmde diğer yapımlardan farklı olan şey ise, Reggie hiç de asosyal, isyankar, karalar bağlamış, kontrol altındaki hayatından usanmış bir çocuk değil. Yer yer annesinden gizli de olsa okul gezilerinden kaçan, yeni restoranlar keşfetmeyi, favori filmlerini izlemeyi tercih eden küçük bir dünya tatlısı!



Filmde sürpriz bir karakter olarak ise dünyaca ünlü rock grubu Green Day'in Billie Joe Armstrong'unu görüyoruz. Eleanor'un problemli erkek arkadaşını canlandırıyor kendisi ve yine gerçekte olduğu gibi müzisyen bir karaktere hayat veriyor.

Yönetmenliği ve senaryosu Frank Whaley'e ait olan, özellikle klasik müziğin yoğun olarak işlendiği film, hele ki havalar da biraz serin ve buğuluysa, sizlere çok keyifli dakikalar yaşatıyor. Duru ve dingin bir ruh haline ihtiyacınız varsa, ya da zaten dinginseniz ve modunuzu hiçbir şey bozamasın istiyorsanız gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim Like Sunday, Like Rain'in iç ferahlatan soundtrack'ini de aşağıda paylaşıyorum.

Önemli not: Ne yazık ki Türkçe Altyazılı bir seçeneğini internette bulamadım. Dublajlı izlemek istemeyenlerin Torrent'ten indirmesi gerekli.



25 Ağustos 2016 Perşembe

SUICIDE SQUAD / GERÇEK KÖTÜLER


Yazıya geçmeden bir yorumumu belirtmek istiyorum, arkadaş bu filmlerin orijinal isimlerinden sapıp bu kadar saçma isimler bulmak hoşunuza mı gidiyor? Gerçek Kötüler nedir yani? (Teşekkürler teşekkürler…) Artık film yorumu kısmına geçebiliriz.

Anti Kahramanlar, tüm hikayelerde (gerek dizi ve filmler, gerekse de basılı hikayelerde) her zaman olaya heyecan katan, pis pis sırıtmanıza sebep olan, bir yandan nefret etmenize bir yandan da karşı konulmaz bir çekime sahip olan karakterlerdir. En azından benim için bu hep böyle olmuştur. Harry Potter’da Draco Malfoy, The Vampire Diaries’te Damon Salvatore, Leon the Professional’da Stansfield gibi gibi… (ve evet ben her bir karaktere de tek tek aşık olmuşumdur.)
Bu anti kahramanların temelde benzer özelliklere sahip olduklarını görürüz. Acılı bir çocukluk geçirmişlerdir, sevdikleri insanlar onları hep göz ardı etmiştir, kadın karakterler çoğunlukla genç yaşlarında suistimal edilmiş - sonrasında ise buna bir daha izin vermemek adına sert bir havaya bürünmüşlerdir, yok efendim daha fazla güç - daha fazla itibar için gözlerini hırs bürür çünkü çocukluklarında hep sınıfın alay edilen çocuğu olmuşlardır vs. Hep bir dışlanmışlık, hep bir sevgilerinin karşılığını alamama durumu yani. İnsanın kalbi yumuşamıyor mu biraz?

Yaptığım kapsamlı girişten de anlayacağınız üzerine anti kahramanlar benim zayıf noktalarımdan biri ve ben 12 Ağustos’ta visyona giren Suicide Squad’a BA - YIL - DIM! Tamam belki o kadar da bayılmadım (neden olduğunu aşağıda açıklayacağım.) Ama çok sevdim.

Başrollerde Will Smith, Jared Leto, Margot Robbie ve Cara Delevingne yer alıyor. Smith ve Leto ikilisini çok çok severek takip ettiğimi söylemek isterim. Özellikle Jared Leto, daha çocuk yaşlarımda izlediğim How to Make an American Quilt'teki ilk rolü ile ‘’Allah’ım bu ne tatlı çocuk’’ diye ağzımın açık kalmasına sebep olmuştur. 30 Second to Mars da zaten lise dönemlerimde deli gibi dinlediğim bir müzik grubu.

Margot Robbie’yi ilk kez izledim. Daha önceki rollerini bilmediğim için kıyas yapamıyorum, ama Harley Quinn filmin en deli, en tatlı, en ilgi çekici ve en izlenesi karakteriydi bence. Ki kolay da bir karakter değil, bu yönden bakarsak oyuncunun başarılı bir performans sergilediğini söyleyebilirim kendi adıma. Hele ki bir ‘’Pudding!’’ diyişi var. Yok böyle bir tatlılık ^^ 

Delevingne’yi ise birçok kişi gibi ben de popüler dünyadan, sosyal medyadan, çalkantılı aşk yaşantısından vs tanıyorum ama bir yapımda ilk kez izledim. Doğruyu söylemek gerekirse önyargılıydım, ama Büyücü rolünde gayet başarılı olduğunu düşünüyorum. Yani tamam, daha iyisi olamaz mıydı? Olabilirdi tabii ama Delevingne ile de kötü değildi.

Genel olarak filmin konusuna gelirsek… Deadshot, Harley Quinn, Captain Boomerang, El Dablo gibi bir sürü kötü karakterimiz FBI tarafından ‘’İntihar Timi’’ olarak adlandırılan bir ekip haline getiriliyor. Bu ekibi, süper güçler tarafından gelen saldırılarda kullanmak istiyorlar. Ekip, ilk başta bunu kabullenmek istemese de, ekibin kurucusu Amanda Waller’ın türlü tehditleri yüzünden zorunda kalıyorlar.
Filmdeki baş kötümüz (kötünün de kötüsü oluyor sanırım bu durumda) Delevingne’nin canlandırdığı Büyücü yani Enchantress karakteri. 
Enchantress, Dünya’yı hükmetme planları kurarken, İntihar Timi’nin gerçekleştirmesi gereken bir görevi var. İşte biz filmde bu görevi gerçekleştirme serüvenlerini izliyoruz.

Filmi genel olarak çok sevdiğimi yukarda da belirtmiştim. Oyunculuklar iyi, izlemesi eğlenceli, renkli bir film olmuş. Yalnız benim en çok sinirimi bozan şey, NEDEN JOKER’İ DAHA FAZLA GÖREMİYORUZ?!! Joker’i Leto’nun canlandıracağını öğrendiğimde çok sevinmiştim, çünkü böyle deli bir karaktere çok yakışacağını düşünmüştüm. Nitekim de öyle olmuş. Şimdiye kadarki izlemesi en zevkli Joker’di bence. (Bunun sebebi Leto’ya olan hayranlığım da olabilir tabii.) Ama bu film özelinde, ana karakterlerden biri olmadığı için (İntihar Timi’nin içinde yer almıyordu.) çok da fazla göremedik kendisini. Bu benim için filmin eksilerinden biriydi açıkçası. Özellikle Harley Quinn’le birlikte olduğu sahneler bitmesin istedim. Joker’in Quinn’i sahiplendiği ve bu tatlı kıskançlık yüzünden bir adamı öldürüşü var ki sormayın gitsin. (İlişkiye bakış açım kalp ben)



Bunun da dışında, film genel anlamda amacına hizmet etmiyordu bence. Yani elinde ultra güçlü ve ultra kötü bir ekip var. Sen gidip ona tırışka (başka nasıl açıklarım bilemedim) bir görev veriyorsun ve… O görevi başka türlü de hallederdin yani ''bir Superman’e, Batman’e karşı getirseydin ya bu adamları’’ demeden edemiyor insan.
Ama anladığım kadarı ile bu hikaye de seri filmlere bağlanacak ya da karakterler özelinde hikayeler ortaya çıkacak. O zaman daha keyifli hale gelir diye ümit ediyorum. Ben bu haliyle de çok sevdim. İzleyin izlettirin efenim.


Unutmadan, filmin soundtrack’lerinden Heathens adlı parçayı da şuraya bırakıyorum. Filmi izledikten sonra açıp açıp dinlenesi <3


2 Ağustos 2016 Salı

Şimdi Bahama'larda Olmak Vardı!




Yüksek sıcaklık ve nem yoğunluğunun beraberinde bunaltan havalar, sabah yumuşacık yatağınızdan kalkıp Anadolu'dan Avrupa'ya geçmek suretiyle işe gelmek zorunda olmak, Snapchat ve Instagram gibi sosyal medya uygulamalarında arkadaşlarınızın yaptığı deniz kenarı paylaşımlarını görmek... Sizce de hayat fazlaca ağır davranmıyor mu bize son günlerde?

Sizlerle bir hayalimi paylaşmak istiyorum sevgili dostlar! İşmiş, güçmüş, İstanbul'un bunaltıcı sıcağı ve trafiğiymiş bir kenara bırakın.. Birbirini itip kakan, toplumsal görgü kurallarından bir haber insancıkların olduğu otobüs, metro ve metrobüsleri de unutun. (evet son zamanlardaki takıntım bu.)
Gelin sizlerle Bahamalar'a gidelim! Birkaç metre ilerinizde turkuaz rengi deniz olsun. Şezlonga uzanmışsınız, tepenizde dev yapraklardan oluşan bir şemsiye. Hafif hafif esen bir rüzgar eşliğinde, güzellik uzmanı iki kadın size manikür ve pedikür yapıyor. (cinsiyete ve tercihlerinize göre bu kısmı kişiselleştirebilirsiniz tabii. Manikür, pedikür yerine masaj da yapıyor olabilirler. Ya da güzellik uzmanı iki kadın yerine harika vücutlu, Yunan Tanrısı masözler de yer alabilir hayallerinizde :P
Gözleriniz kapalı rüzgarı hissedip deniz kokusunu içinize çekerken, en sevdiğiniz parça da hafif hafif arka planda çalıyor olabilir. Son olarak ise bol buzlu, nane yaprakları ve limon dilimleri ile lezzetlendirdiğiniz bir cin toniği de uygun bir yere ekledik mi tamamdır!!

Son haftalarda ne zaman bunalsam, sıkılsam, hiçbir şey yapmadan saatlerce oturmak istesem bu hayale tutunuyorum. Arkadaşlarımın ''Sanki her gün Bahamalar'dasın'' diye dalga geçmelerine aldırmadan, birkaç dakika bu hayalle kendimi avutuyorum. Bana iyi geliyor. Gün boyu, günün getirdiklerine kafayı takıp canımı sıkmak da bir şeyi değiştirmiyor sonuçta.

Hayat çok çabuk geçiyormuş sevgili dostlar. Daha dün gibi üniversiteye başladığım gün. Canımız istemezse derse gitmezdik, final çıkışı denizde alırdık soluğu. Ne vardı da iş hayatı başladı, yapmamız gereken işler elimizi ayağımızı bağladı ben de bilmiyorum. Tek bildiğim anın tadını, mümkün olan en iyi şekilde çıkarmaya çalışmak. Dilerim bu günleri de aratan günleri görmeyiz. Zamanla daha iyi olur her şey, daha keyifli yazlar, eğlenceli kışlar yaşarız.

Yazının sonunda, hayallerinize eşlik etmesi için şu parçayı dinleyebilirsiniz. Ben çok severim ^^




15 Ocak 2016 Cuma

Bir Toplu Taşıma Sorunsalı Olarak, Fütursuzca Öksürüp Hapşıran Teyzeler ve Amcalar


Yine hastalıktan yakamı kurtaramadığım bu kış günlerinde, ‘’Ben nerede yanlış yapıyorum?’’, ‘’Neden sürekli hastayım?’’ sorularının cevaplarını ararken buldum kendimi. Sabah yataktan kalkamayan, sürekli uyuma ihtiyacı hisseden, C vitaminlerinin - multivitaminlerin masasından eksik olmadığı bir insan haline dönüştüm.

Malumunuz hepimiz işlerimize ya da okullarımıza gidip gelirken otobüs, metrobüs, metro gibi toplu taşıma araçlarını kullanıyoruz. Özellikle benim gibi Anadolu - Avrupa yakaları arasında mekik dokuyorsanız, İstanbul’un trafik sorununa daha çok maruz kalıyorsunuz demektir. Ümraniye’deki evimden, Şişhane’deki ajansıma gidip gelmek zaman zaman (özellikle akşam iş çıkışı saatleri) 3 saati bulabiliyor. ‘’3 saat ne mk!’’ diye düşünebilirsiniz, ama gelin görün ki Altunizade - Ümraniye tarafında yıllardır bitmek bilmeyen bir Çekmeköy - Üsküdar metro hattı çalışması var ki bu ayrı bir yazının ve edilecek bolca küfürün konusu.

Bizim şu anki konumuz ve ben bu konuda gerçekten çok sinirli zamanlar geçiriyorum; toplu taşıma araçlarında fütursuzca öksüren, aksıran, hapşıran teyzelerimiz ve amcalarımız.

Yine bir gün oturmuş ‘’Ulan ben neden sürekli hastayım?’’ sorunusunun cevabını ararken, otobüste hapşıran ve tüm otobüsü iğrenç tükürük kokusu ile dolduran amcamız hislerime tercüman oldu. Zaten ellerimizdeki mikropları araçlardaki her yere bulaştırdığımız yetmezmiş gibi, bir de hastalıklarını bu şekilde aynı aracı kullanan diğer insanlara bulaştıran insancıklarımız var.
Tamam maske kullanma alışkanlığımız yok toplum olarak, biliyorum. Hatta ben zaman zaman kullandığımda veremliymişim gibi bakışlara maruz kaldığımdan anlıyorum, maske Türk toplumunca kötü bir şey.
Bre adam, bre kadın! Bari yanında peçete, mendil taşı falan da oraya öksür, hapşır ya da her neyse… Biz sizin virüslerinizi solumak, taşıdığınız hastalığa marız kalmak zorunda mıyız? Sonra neden hastalıktan iki yakam bir yana gelmiyor? 


Bu yazıyı okuyan herkesten ricam okuyun, mümkün olan herkese de okutturun lütfen. Daha fazla nice yiğitlerimiz yataklara düşmesin. Acım acınız olsun, belki gören olur da ''Ay evet maske takayım ya da en azından peçeteye öksürüp hapşırayım.'' diye düşünür.
Sağlıklı günler dilerim.
Hürmetler, sevgiler, saygılar.

3 Eylül 2015 Perşembe

Bazen Sadece Yazarsın İşte


Hayatım nasıl bu noktaya geldi, ne ara bu kadar dertli bir çocuk oldum bilmiyorum.
Ama bu son günlerde; kendime, hayatıma ve geleceğime karşı karamsar olduğumu farkediyorum.
aslında her zaman mutlu bir insan olmuştum, belki de kendimi mutlu olduğuma inandırmıştım bilmiyorum. Kendimi, belki çevremi... İnsanlarla dertlerimden konuşmak, onlara açık bir yarayı deşme fırsatı vermek oldu benim için her zaman. O sebeple hep sustum. Hep kendi içimde verdim mücadelemi. Canım sıkkın olduğunda bir dostumla, arkadaşımla paylaşmak yerine kalemime - kağıdıma sarılmak, günlüğüme bir şeyler karalamak hep daha kolay gözüktü gözüme.
İnsanların bencil olduklarına, en nihayetinde yine kendilerini düşündüklerine de ne zaman inanmaya başladığımı bilmiyorum. İnsanlara inanmayacak kadar, ne olursa olsun yalnız olduğumu hissettiren neydi sahi bana?
Sıkıntılarımda gerçekten beni dinleyecek, mutluluklarımda sevinecek, aynı dili konuşabildiğim insanlar nereye gitmişlerdi?
Ne zaman en iyi ve en özel arkadaşım kendim olmuştum?
Bu soruların hiçbirinin cevaplarını bilmiyorum. Kendi kendimi teselli etmekle daha ne kadar uğraşırım, onu da bilmiyorum. Sadece, bazen her şeyi bırakıp alıp başımı gitmek istiyorum. Hayat mücadelesinin getirdiği sıkıntılar içinde boğulduğumu, beni ben yapan değerlerimi körelttiğini hissediyorum çünkü.
Her yeni güne umutla bakmak, pozitif düşünmenin pozitif sonuçlar doğurduğa ve ne olursa olsun gülümsemenin iyi geldiğine inanmak; eskisi kadar kolay olmuyor çünkü artık bende. Pamuklara dokuduğum iç dünyamda bir şeyler çatırdamaya başlıyor. 

Derken, bu gecenin de içsel kusmasını gerçekleştirdiğime göre sıradaki parça geliyor.

''Uçan kuştaki güzelliği kaybettik, hastayız.'' diyor abimiz.
Sahi, ne ara sahteleştik bu kadar?



4 Ağustos 2015 Salı

Ben Bir Adam Tanıdım, Kocaman Elleri Olan...


Ölüm... Belki de her şeyin bir sonu olduğunu, tüm dünyevi telaşlarımızın günün birinde son bulacağını unutuyoruz zaman zaman. Ama işin içine ölüm girdiğinde anlıyor insan aslında ne kadar küçük, ne kadar yalnız ve savunmasız olduğunu.

Ben bir adam tanıdım bundan yıllar önce. Sevgi dolu bakışları olan, kalbimizi kırmaya gönlü el vermeyen, yediren, içiren, güldüren, şarkılar söyleyen... Kocaman elleri olan bir adam, dedem.
Mavi gömleği ve takım elbiseleriyle filinta gibi ortalıkta dolaşan, saç - sakal traşını asla ihmal etmeyen, kahvaltılarında mercimek çorbası içen bitanecik dedem. Beyaz Toros'unun sesini duyduğumuzda diğer tüm kuzenlerimle birlikte mutfak camının oraya doluşurduk, o kocaman gülümsemesiyle inerdi arabadan, gözlerimizin içine bakması yeterdi mutlu olmamız için.

O gür sesiyle ''Aydoş'' diye seslenirdi hep bana. Günümün nasıl geçtiğini, okulun nasıl gittiğini sorardı. Kocaman elleriyle küçücük ellerimi tutardı. Çikolatalı pudingi çok sevdiği için her köye gittiğimde puding yapardım ona. İki gün üst üste taze fasülye yediğimizde ''Yine mi fasülye?!'' diye çıkışırdı ananeme tatlı tatlı. Bir yandan da bana göz kırpardı.

Bu dünyalar iyisi insanı, her hatırladığımda kalbimi ısıtan canımın içi dedemi kaybettik geçtiğimiz günlerde. 24 yıllık hayatımda daha önce de tanıklık ettiğim ölümler olmuştu. Ama beni bu derece derinden etkileyen, bu kadar canımdan can alan bir ölüm daha bilmiyorum.
Ah dedem... Çok hastaydı ve uzun zamandır çok acılar da çekmişti. Hastalığının son dönemlerinde onu hastanede ziyarete gittiğimde, nasıl olduğunu sorduğumda bile ''Bok gibi.'' diyecek kadar içinde bulunduğu durumla eğlenebilen bir adamdı da aynı zamanda.
Belki de çok zorlandığı bu uzun dönemlerden dolayı ''Huzura erdi, acıları son buldu.'' demek istiyorum. Ama insanoğlu bencil değil mi işte, yine kendimi düşünüyorum. Onun olmadığı bir dünyada yaşamak, onun olmadığı bir köye bayram ziyaretine gitmek istemiyorum. Onun ellerini tekrar tutamayacağımı bilmek, ''Aydoş'' diyişini duyamayacak olmak...

Ah dedecim... Çok gurur duyardın torunlarınla biliyorum. Çok isterdim biraz daha yanımızda kal. Çok isterdim torunlarını üniversiteye başlarken gör, bizi evlenirken gör, çocuklarımı gör...
Annem birkaç aya emekli olacaktı, daha çok gelip gidecekti yanınıza. Göremedin.
Olsun dedecim, sen gittiğin yerde de çok mutlu ol. Ordan izle bizi, sesimizi duy.
Seni çok ama çok seviyorum. İyi ki benim dedem oldun, iyi ki birlikte çok güzel hatıralar biriktirdik. İyi ki eve gelişini, Toros'unun sesini duymayı 4 gözle bekledik çocukluğumuzda. İyi ki, bir sürü iyi ki biriktirdik. Seni çok seviyorum dedecim. Çok seviyorum. 

28 Temmuz 2015 Salı

Kötüyüz, Neden Ben de Bilmiyorum



İlkokul yıllarımdan bir an gelir zaman zaman aklıma. 6 ya da 7. sınıf olsa gerek. Arkamda oturan arkadaşıma kötü bir şey demiştim, gayri ihtiyari. Yüzü azılmıştı bir an, üzülmüştüm. Çok üzülmüştüm. Hemen özür dilemiş, kırmak istemediğimi anlatmıştım. Yüzünde bir tebessüm belirmişti sonrasında, önemli olmadığını söylemişti. İşte o an nasıl kuş gibi hafiflediğimi, nasıl mutlu olduğumu hala hatırlıyorum.

Üzerinden yıllar geçti, hala birinin yüzünün asıldığını görsem; hele ki mutsuzluğunun - kırgınlığının sebebi bensem kahroluyorum. Doğru ya da yanlış; kendimi mutluluğun, gülümsemelerin, samimiyetin olduğu yerde daha mutlu hissediyorum. Geçen onca yılın ardından, hala o 11 - 12 yaşındaki kız çocuğunu yaşatabildiğimi bilmek, biraz da olsa değişmeden kalan bir tarafım olduğunu görmek mutlu ediyor beni. Evet, belki bunun için kendimden ödün vermem gerekiyor, belki kırılan - canı acıyan ben oluyorum ama varsın olsun. Derler ya; başını yastığa koyduğunda vicdanın rahatsa, gerisi teferruattır diye... Vicdanım rahatsa, yanlış yapmadığıma inanıyorsam ya da en azından yaptığım yanlışların farkındaysam ve bir daha tekrarlamamaya dikkat ediyorsam benden mutlusu yok.

Diğer yandan, bazen insan farkında olmadan canını yakabiliyor karşısındakinin. Kim olduğunun ve onu ne kadar kırdığının bir önemi yok. Annen, baban, kardeşin... Arkadaşın, öğretmenin, yolda gördüğün amca, kantindeki teyze... 1 saniyelik bir ani çıkış ya da bazen daha büyük haksızlıklar... O 1 saniyeyi bile, o insanın mutluluğundan çalmak hangimizin hakkı? Nasıl sahip olabiliyoruz bu lükse? Nasıl vicdanımız rahat devam edebiliyoruz hayatımıza? Bilmiyorum.

İnsanlar çoğunlukla kötü, kötüyüz. Neden? Ben de bilmiyorum. Para, kariyer, güzellik... Hepsi geçici. Baki olan, elini kalbine koyduğunda rahat nefes alabiliyor olman. Baki olan, gökyüzüne baktığında hafifleyen ruhun zaman zaman. Gerisi teferruat.

Yazının sonuna geldiğimizde ise, bu sabah ilk kez duyduğum ve çok sevdiğim parçayı paylaşıyorum seninle. Garip bir huzurla dolduruyor insanın içini.



22 Temmuz 2015 Çarşamba

Sleepless in Seattle / Sevginin Bağladıkları



‘’Eve geri dönmek gibi bir şeydi.
Ama bu ev, benim şimdiye kadar görmediğim bir yerdi.’'

Ah 90’lar… Her şeyiyle bende hayranlık uyandıran, ‘’Ben hiç bu zamanların insanı değilmişim.’’ dedirten, kendi halinde, olduğu gibi, saf ve temiz hissettiren zamanlar. 
Sanırım bu şekilde düşünmemin en büyük sebebi, çocukluğumu bu dönemde geçirmiş olmam, bilemiyorum. Bana kendimi iyi hissettiren, hatırladıkça yüzümü gülümseten ne varsa bu döneme denk geliyor sanki. 

Belki de 90’ları bu denli çok sevmemin en büyük sebeplerinden bir tanesi de, sinemaya olan tutkumu perçinleyen, beni  daha fazla izlemeye, daha fazla öğrenmeye teşvik eden yapımlarında yine bu döneme ait olması.
Başta Back to the Future, A Nightmare on Elm Street serileri olmak üzere; How to Make an American Quilt, One Fine Day, City of Angels, Liar Liar, You’ve Got Mail gibi Sleepless in Seattle da izlerken büyük keyif aldığım filmlerden. Bu yazıda ise, dün tekrar izlediğim ve bir kez daha ‘’Yahu, bir 90’lara dönsek ne güzel olurdu!’’ dedirten bu filmi anlatmak istiyorum sizlere.


Başrollerde You’ve Got Mail, City of Angels, When Harry Met Sally gibi sevilen filmlerin güzel oyuncusu Meg Ryan ile Cast Away, Forrest Gump, The Green Mile ve Saving Private Ryan gibi filmlerle başarısını kanıtlayan Tom Hanks var. 1993 yapımı bu filmin yönetmeni ise, Ryan ve Hanks ikilisiyle You’ve Got Mail filminde de birlikte çalışan Nora Ephron.

Yakın zamanda eşini kaybeden ve yeni bir başlangıç yapmak için oğluyla Seattle’a yerleşen Sam ile, evlilik arifesindeki Annie’nin hikayesine ortak oluyoruz.
Babasının mutsuzluğunu dert edinen ve ona yeni bir eş bulmak için bir radyo programına bağlanan Jonah sayesinde, bu ikilinin yolları bir şekilde kesişiyor.
Annie çalıştığı gazete için haber yapmak bahanesiyle Sam’i takip etmeye ve bu vesileyle de gerçek aşkı sorguladığında; Annie’nin uğraşlarından bir haber olan Sam de farkında olmadan ondan etkilenmeye başlıyor.
Film, alttan alttan kadınların ve erkeklerin aslında ayrı dünyaları olduğunu, ama bu dünyalarda her zaman birbirimize de ihtiyacımız olduğunu anlatan sıcacık bir dil de barındırıyor. Yağmurlu Seattle sokaklarından, New York Empire State binasına uzanan bu sevimli hikayeyi, Sam’in dünyalar tatlısı oğlu Jonah daha da tatlı hale getiriyor.

Filmin Noel arifesinde geçmesine aldanmayın, sıcacık hikayesiyle bu havalara çok yakışıyor. Romantik film sevenlerdenseniz ve üstüne üstlük 90’lar dönemine de ilgiliyseniz, Sleepless in Seattle benden size şiddetle tavsiye!

20 Şubat 2015 Cuma

Still Alice / Umudunu Kaybetme



Alzheimer, beni en çok etkileyen hastalıkların başında gelir.  İyi - kötü biriktirilen tüm anılarınızın, hayatınızın yitip gitmesi ve üstüne üstlük henüz bir tedavisinin de bulunmamış olması; gerçekten hayret verici. İzlediğim bir filmde ya da okuduğum bir kitapta bu konu karşıma çıktığında, farkında olmadan hikayeye kaptırmış buluyorum kendimi. Hele bir de iyi işlenmiş bir hikayeyse bu; hayatı sorgulamaktan, derin düşüncelere dalmaktan kurtulamıyorum.

İşte 'Still Alice' bu iyi işlenmiş hikayelerden bir tanesi. Lisa Genova’nın kitabından uyarlanan filmin yönetmenlik koltuğunda Richard Glatzer ve Wash Westmoreland oturuyor. Oyuncu kadrosu ise zengin; başrollerde Julianne Moore, Alec Baldwin, Kate Bosworth ve Kristen Stewart yer alıyor. Ayrıca Julianne Moore’un filmdeki performansıyla ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Altın Küre kazandığını, yine aynı kategoride Oscar’a da aday olduğunu belirtmekte fayda var.




Üniversitede dilbilimi profesörü olan Alice Howland; başarılı bir akademik kariyere, mutlu bir evliliğe, iyi bir eşe ve gurur duyduğu üç çocuğa sahiptir. 50. yaşgününün ardından, hayatında bazı pürüzler ortaya çıkmaya başlar. Kullanmak istediği kelimeleri hatırlayamaması, koşu yaparken kaybolması gibi sıkıntıların üzerine bir nöroloğa gözükmeye karar verir. Aldığı sonuçlar; ne kendisini ne de ailesini hiç mutlu etmeyecektir. İşin kötü tarafı; yakalandığı alzheimerin bu çok ender türü, çocuklarını da etkilemektedir.

Ayakları yere sağlam basan, kariyer sahibi bir kadının; zamanla uğruna emek verdiği her şeyi kaybetmesi, güçlü durabilmek için verdiği mücadeleye rağmen olmak istemediği bir insana dönüşmesi ve bu süreçte kocası ve çocuklarıyla ilişkisinin de farklı bir boyut kazanması; filmi izlerken sizi derinden etkiliyor. Filmin alzheimer hastalığını hem hasta, hem hasta yakınları tarafından ele alması, oyuncuların birbiriyle uyumu ve başarılı performansları, konunun 1,5 saat gibi kısa bir sürede akıcı bir biçimde işlemesi; filmi başarılı yapan ögelerden. Özellikle Julianne Moore’in izleyiciye aktardığı duygu geçişleri ve yarattığı ‘direnen güçlü kadın figürü’ Oscar adaylığını haklı çıkartıyor. Yine de 'Kazanmalı mı?’ diye sorarsanız, bence Rosamund Pike ya da Reese Witherspoon ödülü daha çok hakediyor.

30 Ocak 2015 Cuma

St. Vincent / Benim Komşum Bir Melek




Bazı filmler sizi mutlu eder, içinizi ısıtır, yüzünüzde kocaman bir gülümsemeyle ayrılırsınız salondan. Ülkemizde geçen hafta vizyona giren St. Vincent, bu tür filmlerin en güzel örneklerinden biri oldu benim için. Filmin yönetmenliği ve senaryosu Theodore Melfi’ye ait. Başrollerde ise Bill Murray, Naomi Watts ve Melissa McCarthy var. Küçük yaşına rağmen doğal ve bir o kadar da başarılı performans sergileyen Jaeden Lieberher’i (Oliver) de es geçmemek gerek. 

Filmi iki ayrı pencereden değerlendirmek mümkün. İlk yarısında komedi unsurları ağır basan film, ikinci yarıda drama doğru kayıyor. Başlarda yer yer tebessüm ederek, yer yer kahkahalar atarak izlediğiniz bu garip arkadaşlık; son kısımlarda gözlerinizden yaşlar akmasına sebep oluyor. Benzer konuya sahip birçok film bulunmasına karşın St, Vincent; bence türün en başarılı örnekleri arasında yer alabilir nitelikte. Bunda şüphesiz deneyimli oyuncu kadrosu ve aksamadan işleyen senaryosunun etkisi büyük. Küçük ve sevgi dolu bir çocuğun; yalnız ve aksi bir adamı nasıl değiştirdiğine, nasıl daha mutlu bir insan haline getirdiğine şahit oluyorsunuz. 


Konusuna değinecek olursak; aksi, huysuz ve yaşlı bir adam olan Vincent maddi olarak zor zamanlar geçirmektedir. Hayatında çok fazla insan bulunmayan Vincent; gününü içerek, dans ederek, at yarışı oynayarak ve “Gece Kadını” Daka ile oynaşarak geçirir.  O, bu sıkıntılarla boğuşurken; hemen yan taraftaki binaya yeni komşuları Maggie ve Oliver taşınır. Eşiyle yeni boşanan ve ilişkisiyle ilgili sorunlar hala devam eden Maggie, oğlu Oliver’in taşındıkları bu yeni çevreye alışması için büyük çaba sarfeder. Gözden kaçırdığı şey ise; yoğun çalışma saatlerinde Oliver ile ilgilenecek kimse olmamasıdır. İşte bu noktada devreye Vincent girer. Vincent’in paraya olan ihtiyacına karşılık; Maggie’nin Oliver ile ilgili beklentisine cevap veren bu durum başlarda iyi bir fikir gibi gözükse de, ilerleyen zamanlarda işler iyice rayından çıkacaktır. 

Arkadaşlığa ve hayata dair izlenimler edinebileceğiniz, kendi hayatınızdan parçalar da bulabileceğiniz bu sıcacık filmi zaman kaybetmeden izleyin derim. Konusu ilginizi çekiyorsa, geçmişteki benzer örnekleri Dennis the Menace, Finding Forrester ve Good Will Hunting de izlemeniz gerekenlerden.

Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...