30 Ekim 2012 Salı

Günün Tavsiyesi


Bugün sizlere, diğer tavsiyelerimden farklı olarak bir mekan tavsiyesinde bulunacağım. Uzun zamandır yapmak istediğim  "Türker İnanoğlu Vakfı  (TÜRVAK)" ziyaretimi, yakın bir zamanda gerçekleştirebildim. Buram buram tarih kokan, sanat kokan bu yeri ertelediğim için kızdım kendime.

Bünyesinde Sinema-Tv müzesi, Tiyatro Müzesi ve Ulvi Uraz Sanat Kitaplığı bölümlerini bulunduran vakıf, ne yazık ki hak ettiği ilgiyi göremiyor. Ziyaretimizi pazar günü yapmış olmamıza rağmen, benim ve arkadaşım dışında kimseler yoktu. Zannediyorum bunun nedeni, gerekli reklamın yapılmıyor olması. Zira ben de, internetteki başka bir arayışım vasılasıyla farkına varmıştım bu sanat yuvasının.



 Vakfın en cezbedici yönlerine değinmem gerekirse; içeriye adımınızı atar atmaz o eşsiz atmosfere kolayca adapte olmanızı sağlayan Türk Sanat Müziği eserlerine öncelik tanımalıyım. Bir yandan afişlere, fotoğraf makinelerine, kostümlere hayranlık duyuyorken bir yandan da bu notalar eşliğinde mest oluyorsunuz. Ardından; senaryo, afiş gibi yazılı materyallerin tarihi kokusuna kendinizi kaptırıyorsunuz. Sararmış sayfaları sizi, içinde bulunduğunuz zamandan çok daha öncesine götürüyor. Bal mumu heykelleri de unutmamak gerekiyor. Adile Naşit, Ayhan Işık, Sadri Alışık, Muhsin Ertuğrul gibi ustaların heykelleri o kadar inandırıcı duruyordu ki emin olmak için yanaklarına birkaç cimdik atmam gerekti.

Bu muhteşem atmosfere, unutulmaya yüz tutmuş tarihimize tanıklık etme fırsatını kaçırmayın derim. Vakfın içeriği ve iletişim ile ilgili bilgiler edinebileceğiniz linki alt kısma yazıyorum. Hatırlatmak gerekirse, biletler öğrencilere sadece 5 lira.

http://www.turvak.com.tr/




29 Ekim 2012 Pazartesi

İlk Aşk



Her şeyinizle teslim olduğunuz bir adam düşünün. Kayıtsız şartsız güvendiğiniz, kendi canınızdan çok sevdiğiniz, yaptıklarını taktir ettiğiniz, örnek aldığınız, hayran kaldığınız...
Bilirsiniz ki, o adam sizi çok seviyor. Sevmenin ötesinde güveniyor, inanıyor, saygı duyuyor. Onun yanında çok mutlusunuz, huzurlusunuz. Kendinizi kollarına bırakıp gözlerinizi kapattığınızda, sanki tüm dünya duruyor. O adam; en büyük şansınız, kahramanınız, ilk aşkınız, belki de son aşkınız... O adam; benim için babam. Varlığına şükürler ettiğim, gülümseyişiyle içimi aydınlatan, üzüldüğünde kalbimin dağlandığı adam.
Her şeyden önce; şu an kendimde en sevdiğim yönlerin çoğunu babama, onu örnek alışıma borçluyum ben. Kimseye muhtaç olmamayı, minnet duymamayı, kendi kendime yetebilmeyi babamdan öğrendim.  Başkalarının iteklemesiyle geleceğim anlık mertebeler yerine, kendi emeklerimle sahip olacağım sağlam mertebeleri  tercih etmeyi ve kendi ellerimle sahip olduklarımı kimselerin ellerimden alamayacağını...
Samimi olmayı da ondan öğrendim sonra. Sevdiğin insanların yanında yer alırken, sevmediklerine yapmacık sevgiler göstermemeyi. Hala onun kadar aşamamış olsam da bir şeyleri, rahatsız olduğum durumlarda sesimi çıkarmayı ondan öğrendim.
Bunların dışında, en mutlu olduğum noktaysa; sanırım bana güveniyor olması. Beni bir birey olarak, "ben" olarak kabul ediyor olması. Beni herkese karşı savunması. Bana "Sen kendi kararlarını verebilecek yaştasın." demesi ve beni kendine bir kez daha aşık etmesi. Evet, ben aşığım babama. Biliyorum, ona verdiğim değeri, ona karşı duyduğum hayranlığı başka hiçbir adama gösteremeyeceğim de. Tamam kabul, sevmediğim yönleri de var. Ama; kendimde bile sevmediğim yönler varken bunu nasıl sorun edebilirim ki?

23 Ekim 2012 Salı

Net



İyi bir insan olmanın koşulu nedir? Ne zaman iyi bir insan oluruz? Sustuğumuz zaman mı? Çevremizdekileri sürekli pohpohladığımız zaman ya da? Her zaman kabullenici olabiliriz. Her şeyi alttan alabiliriz. Hiç kimseyi kırmamak adına küçük birer tebessümle geçiştiririz yaşananları. Donuk donuk bakan gözlere bakıp “seni seviyorum” deriz. İtildiğimiz halde sarılırız. Yanlış bulsakta yadırgamayız. Karşılığını alamadığımız halde saygı duyarız. İyi birer insan olduk mu dersiniz? Hayır. Böyle yaparak sadece ahmak insanlar olabiliriz. Denedim, oradan biliyorum. Evet, bu kadar fedakarlığı yaptım hayatımdaki birçok insan için. Sonra durdum, arkama baktım. Hiçbir şey kazanamamışım. Elimde sadece göz yaşları, hayıflanmalar, stres, sorular, mide bulantıları... Kendimden verdikçe, kendime kalmamışım meğer. Tükenmişim, yorulmuşum. Mutlu etmek adına ben mutsuz olmuşum. Ama öğrendim. Mutlu olmanın koşulunun, önce mutlu olmak olduğunu. Başkalarını sevmeden önce kendini sevebilmen gerektiğini öğrendim. Başkalarından saygı beklemek yerine, önce kendine saygı duyman gerektiğini. Böyle daha güçlü olabildiğini, böyle iyi hissettiğini... Dahası; iyi insan olmanın sorunları çözmediğini öğrendim. İyi bir insan olmanın öncesinde, doğru insan olman gerektiğini. Doğru olanı yapmak adına gerektiğinde kalp kırman, sesini yükseltmen  ya da vurdumduymaz olman gerektiğini öğrendim.  Arkama dönüp baktığımda, hayatımı zora koştuğumu fark ettim. Kendimi zorladığımı gördüm. Mutlu etmek, belki de mutlu ettiğimi sanmak adına içimden gelmeyen davranışlar sergilediğimi, bu uğurda kendimden vazgeçtiğimi gördüm. Ama toparladım. Akışına bırakmayı denedim ve inan böylesi çok daha güzel. Aklından geçenleri söylemek, hissettiğin şekilde davranmak... Kimseye hesap vermek zorunda değilsin, kendini kötü hissetmek zorunda değilsin. Kim ne derse desin, inandığın yönde hareket ettin ve bu sensin. İyi yönlerinle, kötü yönlerinle... Doğrularınla ya da yanlışlarınla bu sensin. Belki mükemmel değilsin ama gerçeksin. Yaptığın her davranış sana ait, ağzından çıkan kelimeler de öyle. Her şey net. Pürüz yok, perdeler yok, hislerini gömdüğün o derin çukurlar yok. Mutlu olabilirsin çünkü iyi bir insan olmaya çalışmak yok artık. Sadece sen varsın. İyi ki varsın.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Yol Ayrımı



Bir insanla tanışırsın. Oturursun, yemek yersin, sinemaya gidersin, alışverişe gidersin... Zamanla arkadaşın olur. Ardından dostun. Hayatının vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Yaşadıklarını onunla paylaşmadan için rahat etmez, ona danışmadan karar alamazsın. Onu çok fazla seversin.
Aradan yıllar geçer. O insanı yine  çok seviyorsundur ama; eksiktir bir şeyler. Onunla paylaşımda bulunmak gelmiyordur içinden. Çünkü; artık seni dinlemiyordur eskisi gibi. Öte yandan, onun anlattıkları da sana hitap etmemeye başlamıştır. Susmadan, yorulmadan, deli gibi konuştuğun insanla; şimdi sadece nezaketen konuşmaya başladığını fark edersin. Ne zaman bu kadar uzaklaştığınızı sorgularsın. Ya da neden?  Hayata bakışınızı bu kadar farklılaştıran, düşünce yapınızı bu kadar ayıran sebep neydi çözemezsin bir türlü. Cevabı bulamasan da, seni çözüme kavuşturacak soru bellidir. Evet, çok seviyorsundur ama; bu yeterli midir?

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Ambalaj


“Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde, ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?”  Kürk Mantolu Madonna

Bu çok sevdiğim kitabın, çok sevdiğim paragrafı anlatıyor aslında ne kadar büyük yanılgılar içinde olduğumuzu. Tanımadığımız insanların bilmediğimiz hallerine nasıl da gelişi güzel yakıştırmalar yapıyoruz. Sadece mutlu diye, eğleniyor diye, ya da sessiz sakin kalmayı seviyor diye... Hiç sorgulamıyoruz. Sebebini merak etmiyoruz. Sadece yargılıyoruz. Daha kolay geliyor çünkü bu. Bir insanın iç dünyasına adım atmaktan korkup; onu dışlamak, “öteki” yapmak daha mutlu hissettiriyor kendimizi belki de. En iyi yaptığımız şey bu çünkü değil mi? Daha iyi yapabildiği şeylere sahip olamayan, kendine bir hedef edinememiş ve ordan oraya savrulan insan, yargılayarak kendi acizliğini kapatmaya çalışır. Ne bir kazanım var ortada, ne bir amaç. Kendi konumunu gözden geçirme gereği duymaz ama. Ona göre kendisi mükemmeldir, başarılıdır, sosyaldir, yeteneklidir. Dışardan baksa, o yargıladığından daha aciz durumdadır, ama işte özeleştiri yapacak yeteneği bile yoktur. Bununla ilgili şöyle der Bob Marley;
“Parmağınla beni işaret etmeden önce, ellerinin temiz olduğundan emin ol.”
Kim uğraşacak oysa ki?  Ambalaja aldanmayıp, içindekini görmeye çalışmak kimin umurunda? 

Günün Tavsiyesi


“Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)” ; bitirdikten sonra “Neden okumak için bu kadar geç kalmışım?” diye hayıflandığım, tekrar tekrar okuma isteği uyandıran bir kitap. Okurken bir yandan devamını merak edip hızlı olmaya çalışırken, diğer yandan sonunun yaklaştığını ama daha doyamadığınızı hissettiriyor. Kitabın 2 çok önemli mesajı var; bunların ilki önyargılarımızı nee kadar kolay savurduğumuz ve bunun ne kadar yanlış olduğu. Diğeri ise, sahip olduklarımız için mücadele, onlar hala hayatımızdayken değerini bilmemiz gerektiği. Yaklaşık 60 sayfalık kısımda Rasim adlı gencin, yeni işyerinde tanıştığı Raif Efendi hakkında yorumlarına yer verilmişken, geri kalan kısım Raif Efendi’nin büyük aşkı Maria Puder ile ilişkisini anlatıyor. Sonuna gelipte kapağını kapattığınızda ise içinizde bir burukluk “Böyle olmamalıydı.” diyorsunuz. Benim gibi pişman olmak istemiyorsanız gidin en yakın yerden alın ve bu harika kitabı zaman kaybetmeden okuyun.

24 Ağustos 2012 Cuma

Ödün


Çok insanlar tanıdım, sevdikleri için kendinden geçecek,  kendi hayallerini feda edecek, benliğini ölüme sürükleyecek. Çok insanlar tanıdım, sevgilileri için diğer sevdiklerini arkada bırakabilecek... “Sevmek kötü bir şey mi?” diye soracaksınız şimdi siz bana. İnsanın hayatında “sevgilim” dediği insan önemli olmamalı mı? Tabi ki olmalı. Ama; ne uğruna? Ne uğruna hayatına dahil etmeli insan sevgiliyi? Ne uğruna kimlerden vazgeçmeli? Ne uğruna kendinden vazgeçmeli? Ne kadar çok soru soruyorum değil mi yazılarımda? Soruyorum evet, çünkü ancak sorguladıkça öğrenir insan. Kendini sorgulayarak, yaşadıklarını sorgulayarak farkına varır. Sorguladıkça aralanır önündeki o flu pencere. Ne demiştik? Ne uğruna sevmeli insan? Bence, her şeyden önce kendi benliğini yıkmadan sevmeli. Çünkü; domino taşları misali, bir kere yıkıldı mı insan, bir kere kendinden vazgeçti mi değer verdiği diğer her şey de beraberinde gelir. Önce kendisi, sonra hayalleri, arkadaşları... Hiç “arkadaşımı satmam” tartışmasını yapmayın şimdi kendinizle. Kendinden vazgeçen insan arkadaşını düşünür mü? Burada sorun arkadaşı kaybetmekte değil. Burada sorun eylemlerinizi kimin şekillendirdiği. Kendi kararlarınızı hala kendiniz verebiliyorsanız hiç sorun yok. Zira, sizin için neyin iyi olduğuna karar verebilecek yetkinliktesinizdir. Ama; kararları artık siz vermiyorsanız, sorgulamıyorsanız ve daha da kötüsü sorgulamanız gerektiğini unuttuysanız ortada çok büyük bir sorun var demektir. Sevmek, çok güzel bir duygu. Belki de en güzeli. Ama sevmek, kendinizi de hala sevebiliyorsanız çok güzel. Onunla beraber eksilmek yerine artabiliyorsanız, hayatınızdan alıp götürmek yerine mevcut olanlara fazlasını ekleyebiliyorsa, aynaya baktığınızda gözlerinizin içi gülüyorsa ve daha güzel gözüküyorsanız kendinize, yanyanayken kendinizi sınırlandırmak ya da davranışlarınızı planlamak zorunda hissetmiyorsanız... Zaman geçipte aynaya tekrar baktığınızda sönmüşse o gözlerinizdeki ışık, elinizde ondan başka kimse kalmamışsa, siz siz olmaktan çıkmışsanız; mutlu olduğunuzu söyleyemezsiniz. En azından benim için mutluluktan çok uzak bir durum bu. Koskoca hayatımda tek bir kişiye bağlıyorsam sevinçleri; bu mutluluk değil eldekiyle yetinmektir. Mutluluğuma mutluluk katacak daha birçok sebep varken onlara uzaktan iç çekmektir.

Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...