15 Nisan 2017 Cumartesi

Dublin Rehberi - Vizeyi Alıp Geldikten Sonra Bilinmesi Gerekenler


İrlanda'ya gelene kadar geçen süreci anlattıktan sonra, geldikten sonra nelere ihtiyaç olabileceğini de biraz aktarmak istedim sizlere. O sebeple yazı biraz ordan biraz burdan detaylar içeriyor. Karmaşık gelirse şimdiden kusura bakmayın, ama gelmez diye ümit ediyorum.

Şimdi arkadaşlar, vizeyi aldınız ve her şey bitti değil. Her şey daha yeni başlıyor. Uzun dönem (D) vize alanlar ya da alacaklar için konuşuyorum, İrlanda'nın Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkeler için geçerli olan bir GNIB Kart muhabbeti var. Detayı nedir derseniz açıklayamam, ama siz 3 aydan uzun süre kalmak isteseniz de size vizeyi ilk etapta 3 aydan uzun vermiyorlar. 3 ay vize veriyorlar, sonrası için GNIB Kart almanız gerekiyor. Bunun için önce şu adresten randevu alıyorsunuz. Ama sizi uyarayım, 2 ay sonraya kadar randevu verebiliyorlar, eğer vizeniz çıktıysa buraya gelmeden alın randevuyu. Neyse, siz bu randevuyu beklerken, bir yandan da burda bir banka hesabı açmanız gerekiyor. Çünkü başvuruda, bankada 3.000 Euro göstermenizi bekliyorlarmış. (Bu konuda yazılı hiçbir açıklama bulamadım, sadece çevreden duyduklarım doğrultusunda yazıyorum.) Sanırım Türkiye bankalarını da kabul ediyorlar, ama o zaman daha çok soru soruyorlarmış, daha çok zorluyorlarmış vs. Herkes burdan bir hesap açılmasını tavsiye ediyor. Ama hesap da öyle kolay açılmıyor. Bankaya gidip önce randevu alıyorsunuz, diyelim 2 hafta sonraya randevu verdiler, gidip o tarihte okul mehtubu, sağlık sigortanız ve pasaportunuzla hesap açtırıyorsunuz. Ama Türkiye'den bir sağlık sigortası kabul etmiyorlarmış, bir İrlanda şirketinden almanız gerek. Ben gelmeden okuldan almıştım zaten, o sebeple sorun olmadı.

GNIB başvurunuz sırasında da 300 Euro ödemeniz gerek. Eğer kredi kartı veya debit kart ile ödeyecekseniz o gün yapabiliyormuşsunuz ama eğer nakit olarak hesaba yatıracaksanız, önceden yatırıp dekont götürmeniz gerek. Ben de henüz almadım kartımı, 2 Haziran'da başvuru sırasında neler oluyor hep birlikte göreceğiz.

Peki Dublin'e geldikten sonra ne oluyor? Öncelikle bir hat almanız gerek değil mi? Eğer Türkiye'deki
hattınızı burda kullanmayacaksanız tabii. Burda Tesco, Three, Lycamobile ve Vodafone var. Çoğunluk sanıyorum Three kullanıyor ve hızından da çok memnunlar. Ama biraz pahalı bir hat söyleyeyim. Aylık 20 Euro ödüyor arkadaşlarım. Bende Lycamobile var. Okuldan ücretsiz aldım hattı. İlgili merkezlerde ise top up yapmanız yani bakiye yüklemeniz lazım. Ben 5 Euro'ya 5GB almıştım ilk geldiğimde ve hala onu kullanıyorum. Hızından da oldukça memnunum açıkçası. Tercih size kalmış.

Sıra alışverişe geldi. Bir önceki yazımda açıklamıştım, ''Her gün dışarda yerseniz tabii ki pahalı olur ama marketlerden alışveriş yapmak o kadar pahalı değil'' diye. Peki bu marketler hangileri? Spar, Tesco, Lidl ve Aldi burdaki popüler marketler. Ben henüz hiç Aldi görmedim aman çok duyuyorum. O yüzden hakkında yorum yapamayacağım. Tesco ve Lidl, Spar'a göre çok daha ucuz. Neredeyse yarı fiyatı her şey. İlk geldiğimde Spar'dan alışveriş yapıyordum hep çünkü çok daha fazla şubesi var ve küçük bir market. Ama Tesco ve Lidl bizim Carrefour, Real gibi. Sebze - meyve ve alkol için Lidl'ı, abur cubur ve hazır gıda için de Tesco'yu tercih etmenizi tavsiye ederim. Çeşitler ve fiyatlar farklılık gösteriyor. Bir de ne alırsan 2 Euro'cu var burda, Euro Giant. Ordan da işte ıvır zıvır ihtiyaçlarınızı 1,5 - 2Euro'lara karşılayabilirsiniz. Mesela konvertör, duş lifi gibi gibi. Ben bu gibi şeyler için uğradım hep.


Dışarda yemek hakkında biraz örnek vermem gerekirse, biralar genelde 4.80 - 5.30 civarı. Guinnes, 20 - 30 Cent daha ucuz. Mcdonald's ve Burger King menüleri ise 5.70 - 6.50 civarlarından başlıyor. Big Mac ve Big King sığır etinden yapılıyor, domuz kullanmıyorlar.

Mcdonal's demişken aklıma geldi, burda öğrenciler için Student Leap Card var. Okuldan bir mektup ve 10Euro karşılığında alıyorsunuz. Hem akbil olarak kullanabiliyorsunuz daha uygun fiyatlarla yolculuk yapıyorsunuz, hem de Mcdonald's ve Boots gibi yerlerde indirimler var. Mcdonald's'ta bazı menüler 5Euro mesela. Boots ise burasının Gratis ve Watsons'u gibi bir yer. Orda da %15 indirim oluyormuş. Ben henüz kartımı almadığımdan, arkadaşlarımın söylediklerini aktarıyorum, yeni haftada alınca gerekirse güncellerim inşallah.

Şimdilik bu kadar. Umarım bazılarınıza faydalı olabilmiştir yazım. Çokça sevgiler!

14 Nisan 2017 Cuma

İrlanda'da Dil Eğitimi ve Bilinmesi Gerekenler


Herkese merhaba! Bu yazıyı Dublin'e gelişimin 3. haftasında yazıyor olmam, süreçten ne kadar bunaldığımın ve elimin nasıl da gitmediğini gösterir nitelikte sanırım. Çok zor bir süreçti arkadaşlar, en azından benim için. Neden mi? Gelin süreci en baştan anlatayım size.

Öncelikle, umarım bu yazı İrlanda'ya dil eğitimine gelmeyi düşünen en azından 1 ya da 2 kişinin işine yarar da benim de birilerine bir faydam dokunmuş olur. Ama yazının başında şunu da belirtmem gerekir ki, ben herhangi bir acenta vasıtası ile değil de bireysel başvuru ile geldim buraya. Anlatacaklarım, acentaya müracat edenlerle farklılık gösterecektir.

Yurtdışında dil eğitimi, her zaman en büyük hayallerimden biriydi. Hatta en büyüğü buydu desem daha doğru. Sırada Kore seyahati var, ama şu an konumuz bu değil :P
Dublin, hep hayalini kurduğum ülke değildi aslında. Ben aksanlarına daha yakın hissettiğim için, Amerika'ya gitmek istiyordum en başta. Ama biraz araştırma yapınca gördüm ki, Amerika'daki 3 aylık eğitim masrafları Avrupa'daki 6 aya denk geliyor. ''E aynı parayı harcayasaksam neden 3 ay değil de 6 ay kalmıyorum?'' dedim kendime ve rotayı Avrupa'ya çevirdim.
Avrupa dediysem de, İngiltere'yi lütfen bunun dışında tutun çünkü orası da oldukça pahalı. Ben Malta, Avustralya, Polonya gibi ülkeler yerine İrlanda'ya gelmek istedim çünkü 1.si İngilizce konuşulan bir ülkenin benim için daha faydalı olacağını düşündüm. 2.si ise diğer ülkelerdeki Türk öğrenci nüfusunun son dönemlerde iyice arttığını duydum ve onlardan uzak kalmak istedim açıkçası.

Gelelim 6 aylık bir dil eğitiminin İrlanda için maddi gereksinimlerine. Şunu söylemem gerekir ki, hiçbir şey için acele etmeyin arkadaşlar. Vaktinden önce öten kuşla ilgili bir atasözümüz vardı ama şu an hatırlamıyorum, onu getirin aklınıza. Her şeyin doğru bir zamanı olduğuna ve evrenin size onu öyle ya da böyle getireceğine inanın. Ama bunun için emek harcamayı da ihmal etmeyin tabii. Sadece acele etmeyin, kendinizi üzmeyin. Psikolojik ve maddi anlamda kendinizi hazırlayın ki sonrası güzel olsun. O süreci stres içinde değil de keyifle, tadını çıkartarak yaşayabilin. Bunu neden mi diyorum? En başlarda ben de çok sabırsızdım çünkü. Üniversiteden mezun olduğum gibi tutturdum benim gitmem lazım diye. Ama maddi anlamda çok imkanım yoktu o dönem. Sonra düşündüm, kendimi ve ailemi zorlamak yerine doğru zamanı beklemeye karar verdim. 2 yıl çalıştım ve biraz birikim yaptım. Tabii ailemin de desteği ile, geçen yılın Eylül ayı gibi araştırmalarımı yapmaya başladım. Bir acenta ile başvurmadığım için süreç benim için biraz daha uzun oldu sanırım. Neden acenta ile başvuru yapmadın derseniz, hem komisyon bedeli vs gibi harcamalar yapmak istemedim açıkçası (komisyon almayan bazı acentalar da var sanıyorum ama çok emin değilim) hem de (asıl sebebi bu) benim okul ve diğer harcamalar dışında gösterebildiğim bir 7.000 Euro'm yoktu. Ama acentalar, bu parayı göstermeden başvuru yapamayacağımı söylediler. Ben de risk alıp, yine de başvuru yapmaya karar verdim. (İşin bu kısmı biraz illegal olabilir, umarım bu yazıdan sonra beni ülkeden atmazlar )
İzlediğim süreci aşağıda madde madde anlatıyorum arkadaşlar.

- İnternetten Dublin'deki okulların bir listesini buldum ve en ucuz 3 tanesine mail attım. Bu mailde kendimi tanıttım ve eğitimleri ve ücretleriyle ilgili beni bilgilendirmelerini istedim. (Bu maddeden anlayacağınız gibi benim zaten iletişim kuracak İngilizcem vardı bu arada. Ama yeterli İngilizce'si olmayanlar, yakınlarından da destek alabilir bence.)
- Verdikleri cevaplara ve hissettiğim duygusal yakınlığa bağlı olarak Delfin English School ile yoluma devam etmeye karar verdim.
- 6 aylık eğitim için Kasım ayında bana verdikleri ücret 2250 Euro oldu. Normalde 2500'müş ama indirim dönemine denk gelmişim. Ödemeyi Şubat'ta yaptım ama aylar öncesinde iletişim kurduğum için fiyatı sabit tuttular. Ek olarak 1 aylık konaklama 540 Euro ve sınav ücreti, kitap bedeli falan toplam 3250 Euro'y geldi. (en uygun seçenek haftalık 135Euro olan budget accommodation yani yurt seçeneğiydi benim için)
- Şimdi gelelim başvuru sürecine. Başvuruyu Harbiye'deki VFS Global'e yapıyorsunuz. Bahariye ofisinde İrlanda başvuru kabul edilmiyor. Sağlık sigortası, okul ve konaklama ücretinin ödendiğine dair dekont, dilekçe, sponsor metni ve harcamalar dışında 7.000 Euro gösterdiğiniz banka dökümleri gibi belgeler istiyorlar sizden. Şimdi gelelim illegal kısma. Ben 7.000 değil yaklaşık 5.000 Euro gösterdim bankada arkadaşlar. 17 - 18.000 TL arasıydı sanırım ama emin değilim. Bir de özellikle annemler maaş aldığı gün falan aldık ki hesap dökümlerini, daha fazla para gözüksün. Bir de ben bu banka dökümlerini okul parasını ödemeden aldım. Yani okulun parasını yatırdıktan sonra kalan para 5.000 TL falan oldu ama kabul ediyorum bu biraz riskli bir davranış :D O hafta içinde ödedim diyelim parayı, başvuru yaptığımda dökümler hala günceldi.

Gelelim işin can sıkıcı kısmına. 26 Şubat günü gittim VFS'ye hiç unutmam, başvuruyu alan personelin tavırları kulakları çınlasın o kadar sinir bozucuydu ki, vizeyi alana kadar geçen 1 aylık bekleme süresi benim için kabus gibiydi. 7.000 Euro olmadan kabul edilmez başvurun dedi, buna rağmen bşvurmak istediğime dair bana imza attırdı, ben zaten okuldan 120 Euro ödeyip sağlık sigortası yaptırmıştım, bana yine sağlık sigortası yaptırttı falan. İşi iyice yokuşa sürdü ve agresif ve aksi tavırları ile de bütün hevesimi kaçırdı. Bu sebeptendir ki, vizemi aldığımda ilk yapmak istediğim (eğer mail adresi olsaydı) ona n'oldu gördün mü temalı bir mail atmak oldu.

Ben öyle böyle başvuruyu yaptım işte arkadaşlar ve beklemeye başladım. Nasıl bir şanstır ki, ders başlangcına 3 gün kala çıktı vizem. 3 günde çanta hazırladım, biletimi aldım, arkdaşlarımla bile vedalaşamadan apar topar Dublin'e uçtum yani. Hayatımın en zor süreçlerinden birini yaşadım vizemin çıkmasını beklerken. Düşünsenize yıllardır hayalini kurduğunuz bir şey için bekliyorsunuz, okula ve yurda o kadar para ödemişsiniz, çıkmazsa tekrar o parayı gösteremeyeceksiniz falan :D
Neyse çıktı çok şükür ve ben Dublin'deki 3. haftamın içindeyim. Öyle denildiği kadar pahalı bir ülke değil burası bu arada. Her gün dışarda yiyip içerseniz tabii ki pahalıya gelir ama Türkiye'de de her gün dışarda yiyip içerseniz pahalı. Konaklama şu an için benim için biraz pahalı ama oda arkadaşı arayanlar için daha uygun internet siteleri ve Facebook grupları da var.

Dublin'de öğrenci olmakla ilgili başka bir yazı da yazacağım yakında, ama şu an, bu hali ile bile yeterince uzun bir yazı yazdım sanırım. Elimden geldiğinde detay vermeye çalıştım. Ama soru sormak isteyen olursa yorum kısmından belirtsin lüften. Daha fazla detay seve seve paylaşabilirim.
Hayallerini gerçekleştirmek isteyen herkesin yolu açık olsun. Bir sonraki yazıya kadar hoşçakalın efenim!

Güncelleme: Arkadaşlar, bazı yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için bir güncelleme yapmak istedim. Yukarıda anlattığım 7.000Euro dediler ama ben 5.000 Euro gösterdim olayı şöyle. 7.000 Euro göstermem gerektiğini bana VFS Global'deki başvuru sorumlusu söyledi, ama Irlanda Resmi Göçmenlik ve Vatandaşlık sitesinde, bu bütçenin 1 akademik yıl için gösterilmesi gerektiği yazıyordu ve ben akademik yıl için gelmeyecektim. Sitede hangi süreler için ne kadar bütçe gösterilmesi gerektiği detaylıca yazıyor. Her ay için orlatala 500 Euro'nun yaşam masrafı için gösterilmesi gerekiyor diyebilirim. Yani illa 7.000Euro göstermem gerekmediğinden kendimi buna zorlamadım. Sonra bu kız kendi kafasına göre iş yapmış, buna nasıl vize verdiler demeyin.
Sitenin bana çok faydası oldu, her türlü sorunuz ile ilgili http://www.inis.gov.ie/ adresine göz atabilirsiniz.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar? Alışık Olduğumuz Bir Sihir Evreni mi? - Yepyeni Bir Keşif mi?



''Harry Potter'dan önce de sihir vardı!'' sözüyle yola çıkan, bizleri alışık olduğumuz Harry Potter evrenine davet eden Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar'ı birçok Pottersever gibi ben de aylardır çok büyük bir heyecanla bekliyordum. Beklediğimi buldum mu, bulamadıysam neden, gelin aşağıda birlikte göz atalım.

Her şeyden önce, filmlerini izlemeden kitaplarını okumuş olan bir Harry Potter hayranı olarak, kitabını okumadan hikayeye dalmak Fantastik Canavarlar tarafında bende büyük bir eksiklik yarattı. Kitap okuma alışkanlığı edinmiş kişiler bilir, kitaplarda anlatılan hikayeler her zaman daha fazla derinliğe sahip olur, yaratıcı yönünüzü ortaya çıkartır. Dolayısı ile daha hakim olduğunuz hikayeyi içselleştirmeniz de daha kolaydır. Harry Potter da benim için tadı bilindik en sevdiğim yemek, ara sokaklarına kadar bildiğim doğduğum şehir gibiydi çünkü ilk kitabından son kitabına, tüm hikayeyi önce kitaplarla tanıdım. Filmlerde atlanan detaylar, benim hafızamda her zaman vardı ve olay örgüsü asla kopuk kopuk olmadı. Fantastik Canavarlar'a baktığımızda ise, her ne kadar film bize Harry Potter'ın bilindik sihirli dünyasını vadetse de, benim tarafımda arası doldurulamayan çok fazla sahne geçişi ve neden öyle olduğunu anlamadığım bir sürü olay vardı. Bunlardan birkaçını aşağıda listelemem gerekirse... (yazının bundan sonrası spoiler içerebilir!)


- Baş kahramanımız Newt Scamander'ın tam olarak kim olduğunu bilmiyoruz. Tamam, fantastik canavarlara ilgisi olan İngiliz bir sihirbaz olduğunu ve bir bavul canavar ile Amerika'ya yolunun düştüğünü anladık ama fantastik canavarlara nasıl ilgi duymaya başladı mesela? Hogwarts'tan atıldıktan sonra kariyerine nasıl devam etti? Şu yüce oturumda bahsedilen halk kahramanı abisi kim?
- Fantastik Canavarlar döneminin ve tabii ki filmimizin çok korkulan kötüsü Grindelwald tam olarak kim ve neden o kadar kötü? Sonuçta Harry Potter evreninde, ilk kitaptan itibaren Voldemort'un kim olduğunu ve ondan neden o kadar çok korkulduğunu biliyorduk. Serinin devam kitaplarında hayatına dair daha fazla detay edinmemizin yanında, hikayenin başında da ona dair birtakım izlenimlerimiz vardı. Grindelwald ismi daha önce Ölüm Yadigarları'nda geçiyordu ama neden muggle dünyası ile bir savaşa girmeye ihtiyaç duyuyor, onu buna iten ne bilmiyoruz?
- Hatırlarsanız, Harry Potter ve Ateş Kadehi filminde çok özlü iksir içen Barty Crouch Junior, Profesör Moody kılığına girmişti. Bu filmde de Grindelwald'ın, Colin Farrell tarafından canlandırılan Percival Graves'in yerine geçtiğini öğrendik en sonda. Peki gerçek Percival'a ne oldu? Kimdir bu Percival Graves? Ben şahsen Farrell'i filme çok yakıştırmıştım, ancak fan sayfalarından okuduğum bazı yorumlara göre devam filmlerinde göremeyeceğiz kendisini. Bu demek oluyor ki, Percival'ın hikayesini asla derinlemesine öğrenemeyeceğiz.

Percival Graves rolünde Colin Farrell
Yukarda saydığım maddeler dolayısı ile, genel anlamda film bende biraz eksik kalmışlık hissi uyandırdı. Tabii ki bu eksik kalmışlığin ana sebebi, hikayenin aslında Harry Potter'da olduğu kadar büyük bir derinliğinin olmaması. Potter evreni olay örgüsünün ince ince örüldüğü, her detayında yeni şeyler keşfettiğimiz bir evrendi. Fantastik Canavarlar ise ilk etapta bir yan hikayeyken, şu an seri olarak değerlendirilen daha büyük bir organizasyona dönüşmüş durumda. Kitabı bile 72 sayfalık, derin bir anlatımın yer almadığı, temelde fantastik canavarların tanıtıldığı bir Hogwarts ders kitabı.

Eksik hissettiğim noktaların sonrasında, gelelim filmin sevdiğim yönlerine. Olumsuz o kadar yorumun ardından sanmayın ki filmi sevmedim!
Filmi sevmemin en başlı sebebi tabii ki, ne kadar beklediğimden kopuk da olsa hikayenin bir sihir evreninde geçmesi ve bu evrenin bizim alışık olduğumuz bir evren olması. Muggle (gerçi bu hikaye ile Amerika'da sihir yapmayanlara büyüdışı dendiğini de öğrendik), cincüce, hipogrif, Dumbledor, Hogwarts gibi alışık olduğum terimler duymak çok büyük bir mutluluk sebebiyken; bahsettiğim büyüdışı örneğinde olduğu gibi yeni şeyler de öğrenebildiğimiz bir hikaye olması açısından heyecan uyandırıcı. Bununla birlikte, orijinal Harry Potter müziğinin, Fantastik Canavarlar için yeniden düzenlenmiş versiyonunu da çok sevdim. Ayrıca serinin toplamda 5 filmden oluşacağını öğrenmek de beni ayrı mutlu etti, çünkü bu demek oluyor ki yukarda saydığım cevapsız kalan sorularım büyük ölçüde cevaplanabilir. Bununla birlikte! Son sahnede Grindelwald olarak Johny Deep'i görmek sizin de ağzınızı açık bırakmadı mı?!

Ron'un Fantastic Beasts'teki el yazısı
Tüm bunların yanında, baktım hikayeye kendini kaptırmadan olmuyor - daha derin bir anlatıma ihtiyacım var - neden kitabı okumuyorum ki arkadaş dedim kendime. Yani bu yazıyı yazarken, Fantastik Canavarlar'a karşı daha büyük bir heyecan duyuyorum içimde, çünkü kitabı okumaya başladım. Henüz ilk sayfalarda olmakla birlikte - yine spoiler - hikayenin ilerleyen süreçte Potter evreni ile daha bağlantılı hale geleceğini bilmek, Ron'un o alışık olduğumuz tatlı saçmalıklarına bu hikayede de şahit olmamız, kendine has söylemiyle sayfa kenarlarına iliştirdiği notları kalbimi pır pır ettirmeye yetiyor. (Nasıl yani Ron mu demeyin, kitap bitince detaylıca yazacağım.)



P.S. Kitabın ne yazık ki şu an için Türkçe versiyonunu ben bulamadım. Hiçbir online alışveriş sitesinde de stoklarda kalmamış. ''Ben de okumak istiyorum.'' diyen potterhead'ler için, İngilizce pdf linkini şuraya bırakıyorum http://bit.ly/2gaSBvN

Queenie Goldstein
Künyeden bahsetmeden yazıyı bitirmek olmaz diyenlerdenseniz, başrolde Newt Scamander karakteri ile benim bayıldığım bir İngiliz aktör Eddie Redmayne yer alıyor. Kendisine daha önce Her Şeyin Teorisi filmini izleyip aşık olmuştum. The Danish Girl'de de çok çok iyi olduğunu söylüyorlar, en kısa zamanda izlenecekler listemde yer alıyor. Bence duyguyu izleyiciye geçirmek konusunda çok başarılı bir oyuncu kendisi. Diğer rollerde ise Porpentina Goldstein olarak Katherine Waterston, Queenie Goldstein olarak Alison Sudol ve tatlı muggle'ımız Jasob Kowalski olarak ise Dan Fogler var. Ürkütücü Obscurus Credence rolünde Ezra Miller'ı atlamak olmaz, zira bence kendisi önü çok açık genç oyunculardan. Daha önce The Perks of Being a Wallflower ve We Need to Talk About Kevin filmleriyle dikkat çekmişti. Yakın zamanda da Flash olarak karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Benim bu film için açık ara favori karakterim ise, tatlılığı ile içinizi ısıtan Queenie Goldstein. Karakter olarak benzemeseler de Friends'teki Phoebe gibi bir enerjisi var, yüzünüzü gülümsetiyor.
Filmin yönetmenlik koltuğunda ise Harry Potter'ın son 4 filmini de yöneten David Yates oturuyor. Devam filmlerini de muhtemelen yine Yates'ten izleyeceğiz ki imdb abimiz öyle diyor.

Devam filmleri demişken, diğer 4 film ne zaman tamamlanır bilinmez, (herhalde 40 yaşlarımı görürüm sonlarına geldiğimizde, 2. film için 2018'den - 3. film için 2020'den bahsediliyor) gelin biz bu arada önce Fantastik Canavarlar'ın kitabını okuyalım sonra bilgilerimizi tazelemek için Harry Potter evrenine tekrar bir kucak açalım. En azından ben en baştan bi kitapları okumayı düşünüyorum tekrar.

Orijinal soundtrack'in Fantastik Canavarlar'a uyarlanmış versiyonunu da paylaşıyorum aşağıda. Öpüldünüz!


5 Ekim 2016 Çarşamba

Like Sunday Like Rain / Yağmurlu Bir Pazar Günü



İçinizi ısıtan, yer yer tebessüm etmenizi, yer yer ise kalbinizde bir yerlerde bir burukluk hissetmenize sebep olan ''arkadaşlık'' temalı fimleri hep çok sevmişimdir. İşte ''Like Sunday, Like Rain'' tam da öyle bir film.

Film izlerken seçiminizi neye göre yapıyorsunuz bilmem, herkesin karar mekanizması farklı çalışıyordur sanıyorum. Ben daha çok oyuncu odaklı yaparım film tercihlerimi. Sevdiğim bir oyuncunun diğer yapımlarını da keşfetmek isterim. Farklı karakterlere nasıl hayat verdiğini görmek, o oyuncuyu daha iyi analiz etmeme yardımcı olur çünkü.
Bu filmi de izlemek istememin sebebi, bir dönemin çok ses getirmiş Gossip Girl dizisinde Blair Waldorf (nam - ı diğer Queen B) karakterini canlandıran Leighton Meester oldu. Meester, Gossip Girl'deki dikkafalı, gösterişli Waldorf'tan çok daha farklı bir hikaye sunuyor bu filmde izleyiciye. Ailevi ilişkilerinde ve erkek arkadaşıyla ilişkisinde problemler yaşayan, maddi anlamda da belini bir türlü doğrultamayan Eleanor, bir anda 12 yaşındaki dahi çocuk Reggie'ye bakıcılık yaparken buluyor kendini. Film aslında bu noktada küçük çaplı bir yanılsamaya sokuyor sizi. Eleanor'un, Reggie'nin hayatına yön vereceğini zannederken, Reggie küçük yaşına ve baskı altındaki hayatına rağmen Eleanor'un elinden tutan kişi oluyor.

Reggie'yi, ilk kez ekran karşısına çıkan Julian Shatkin canlandırıyor ve canlandırdığı karakter gerçekten çok zeki. 8 aylıkken okumayı söken, çok küçük yaşlarda karmaşık matematik problemlerini çözebilen, Chello çalan, beste yapan bu dahi çocuğun her zengin ailede olduğu gibi (filmlerde bize gösterilen zengin aile yaşantılarından bahsediyorum tabii) baskı altında kalmak gibi bir problemi var. Her gün yapması gereken ödevleri, yemesi gereken besinler, uyması gereken davranış şekilleri... Okula bile yürüyerek gidemiyor, çünkü onun için maaş alan bir şoförleri var vs. Tüm bunlara rağmen, bu filmde diğer yapımlardan farklı olan şey ise, Reggie hiç de asosyal, isyankar, karalar bağlamış, kontrol altındaki hayatından usanmış bir çocuk değil. Yer yer annesinden gizli de olsa okul gezilerinden kaçan, yeni restoranlar keşfetmeyi, favori filmlerini izlemeyi tercih eden küçük bir dünya tatlısı!



Filmde sürpriz bir karakter olarak ise dünyaca ünlü rock grubu Green Day'in Billie Joe Armstrong'unu görüyoruz. Eleanor'un problemli erkek arkadaşını canlandırıyor kendisi ve yine gerçekte olduğu gibi müzisyen bir karaktere hayat veriyor.

Yönetmenliği ve senaryosu Frank Whaley'e ait olan, özellikle klasik müziğin yoğun olarak işlendiği film, hele ki havalar da biraz serin ve buğuluysa, sizlere çok keyifli dakikalar yaşatıyor. Duru ve dingin bir ruh haline ihtiyacınız varsa, ya da zaten dinginseniz ve modunuzu hiçbir şey bozamasın istiyorsanız gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim Like Sunday, Like Rain'in iç ferahlatan soundtrack'ini de aşağıda paylaşıyorum.

Önemli not: Ne yazık ki Türkçe Altyazılı bir seçeneğini internette bulamadım. Dublajlı izlemek istemeyenlerin Torrent'ten indirmesi gerekli.



25 Ağustos 2016 Perşembe

SUICIDE SQUAD / GERÇEK KÖTÜLER


Yazıya geçmeden bir yorumumu belirtmek istiyorum, arkadaş bu filmlerin orijinal isimlerinden sapıp bu kadar saçma isimler bulmak hoşunuza mı gidiyor? Gerçek Kötüler nedir yani? (Teşekkürler teşekkürler…) Artık film yorumu kısmına geçebiliriz.

Anti Kahramanlar, tüm hikayelerde (gerek dizi ve filmler, gerekse de basılı hikayelerde) her zaman olaya heyecan katan, pis pis sırıtmanıza sebep olan, bir yandan nefret etmenize bir yandan da karşı konulmaz bir çekime sahip olan karakterlerdir. En azından benim için bu hep böyle olmuştur. Harry Potter’da Draco Malfoy, The Vampire Diaries’te Damon Salvatore, Leon the Professional’da Stansfield gibi gibi… (ve evet ben her bir karaktere de tek tek aşık olmuşumdur.)
Bu anti kahramanların temelde benzer özelliklere sahip olduklarını görürüz. Acılı bir çocukluk geçirmişlerdir, sevdikleri insanlar onları hep göz ardı etmiştir, kadın karakterler çoğunlukla genç yaşlarında suistimal edilmiş - sonrasında ise buna bir daha izin vermemek adına sert bir havaya bürünmüşlerdir, yok efendim daha fazla güç - daha fazla itibar için gözlerini hırs bürür çünkü çocukluklarında hep sınıfın alay edilen çocuğu olmuşlardır vs. Hep bir dışlanmışlık, hep bir sevgilerinin karşılığını alamama durumu yani. İnsanın kalbi yumuşamıyor mu biraz?

Yaptığım kapsamlı girişten de anlayacağınız üzerine anti kahramanlar benim zayıf noktalarımdan biri ve ben 12 Ağustos’ta visyona giren Suicide Squad’a BA - YIL - DIM! Tamam belki o kadar da bayılmadım (neden olduğunu aşağıda açıklayacağım.) Ama çok sevdim.

Başrollerde Will Smith, Jared Leto, Margot Robbie ve Cara Delevingne yer alıyor. Smith ve Leto ikilisini çok çok severek takip ettiğimi söylemek isterim. Özellikle Jared Leto, daha çocuk yaşlarımda izlediğim How to Make an American Quilt'teki ilk rolü ile ‘’Allah’ım bu ne tatlı çocuk’’ diye ağzımın açık kalmasına sebep olmuştur. 30 Second to Mars da zaten lise dönemlerimde deli gibi dinlediğim bir müzik grubu.

Margot Robbie’yi ilk kez izledim. Daha önceki rollerini bilmediğim için kıyas yapamıyorum, ama Harley Quinn filmin en deli, en tatlı, en ilgi çekici ve en izlenesi karakteriydi bence. Ki kolay da bir karakter değil, bu yönden bakarsak oyuncunun başarılı bir performans sergilediğini söyleyebilirim kendi adıma. Hele ki bir ‘’Pudding!’’ diyişi var. Yok böyle bir tatlılık ^^ 

Delevingne’yi ise birçok kişi gibi ben de popüler dünyadan, sosyal medyadan, çalkantılı aşk yaşantısından vs tanıyorum ama bir yapımda ilk kez izledim. Doğruyu söylemek gerekirse önyargılıydım, ama Büyücü rolünde gayet başarılı olduğunu düşünüyorum. Yani tamam, daha iyisi olamaz mıydı? Olabilirdi tabii ama Delevingne ile de kötü değildi.

Genel olarak filmin konusuna gelirsek… Deadshot, Harley Quinn, Captain Boomerang, El Dablo gibi bir sürü kötü karakterimiz FBI tarafından ‘’İntihar Timi’’ olarak adlandırılan bir ekip haline getiriliyor. Bu ekibi, süper güçler tarafından gelen saldırılarda kullanmak istiyorlar. Ekip, ilk başta bunu kabullenmek istemese de, ekibin kurucusu Amanda Waller’ın türlü tehditleri yüzünden zorunda kalıyorlar.
Filmdeki baş kötümüz (kötünün de kötüsü oluyor sanırım bu durumda) Delevingne’nin canlandırdığı Büyücü yani Enchantress karakteri. 
Enchantress, Dünya’yı hükmetme planları kurarken, İntihar Timi’nin gerçekleştirmesi gereken bir görevi var. İşte biz filmde bu görevi gerçekleştirme serüvenlerini izliyoruz.

Filmi genel olarak çok sevdiğimi yukarda da belirtmiştim. Oyunculuklar iyi, izlemesi eğlenceli, renkli bir film olmuş. Yalnız benim en çok sinirimi bozan şey, NEDEN JOKER’İ DAHA FAZLA GÖREMİYORUZ?!! Joker’i Leto’nun canlandıracağını öğrendiğimde çok sevinmiştim, çünkü böyle deli bir karaktere çok yakışacağını düşünmüştüm. Nitekim de öyle olmuş. Şimdiye kadarki izlemesi en zevkli Joker’di bence. (Bunun sebebi Leto’ya olan hayranlığım da olabilir tabii.) Ama bu film özelinde, ana karakterlerden biri olmadığı için (İntihar Timi’nin içinde yer almıyordu.) çok da fazla göremedik kendisini. Bu benim için filmin eksilerinden biriydi açıkçası. Özellikle Harley Quinn’le birlikte olduğu sahneler bitmesin istedim. Joker’in Quinn’i sahiplendiği ve bu tatlı kıskançlık yüzünden bir adamı öldürüşü var ki sormayın gitsin. (İlişkiye bakış açım kalp ben)



Bunun da dışında, film genel anlamda amacına hizmet etmiyordu bence. Yani elinde ultra güçlü ve ultra kötü bir ekip var. Sen gidip ona tırışka (başka nasıl açıklarım bilemedim) bir görev veriyorsun ve… O görevi başka türlü de hallederdin yani ''bir Superman’e, Batman’e karşı getirseydin ya bu adamları’’ demeden edemiyor insan.
Ama anladığım kadarı ile bu hikaye de seri filmlere bağlanacak ya da karakterler özelinde hikayeler ortaya çıkacak. O zaman daha keyifli hale gelir diye ümit ediyorum. Ben bu haliyle de çok sevdim. İzleyin izlettirin efenim.


Unutmadan, filmin soundtrack’lerinden Heathens adlı parçayı da şuraya bırakıyorum. Filmi izledikten sonra açıp açıp dinlenesi <3


2 Ağustos 2016 Salı

Şimdi Bahama'larda Olmak Vardı!




Yüksek sıcaklık ve nem yoğunluğunun beraberinde bunaltan havalar, sabah yumuşacık yatağınızdan kalkıp Anadolu'dan Avrupa'ya geçmek suretiyle işe gelmek zorunda olmak, Snapchat ve Instagram gibi sosyal medya uygulamalarında arkadaşlarınızın yaptığı deniz kenarı paylaşımlarını görmek... Sizce de hayat fazlaca ağır davranmıyor mu bize son günlerde?

Sizlerle bir hayalimi paylaşmak istiyorum sevgili dostlar! İşmiş, güçmüş, İstanbul'un bunaltıcı sıcağı ve trafiğiymiş bir kenara bırakın.. Birbirini itip kakan, toplumsal görgü kurallarından bir haber insancıkların olduğu otobüs, metro ve metrobüsleri de unutun. (evet son zamanlardaki takıntım bu.)
Gelin sizlerle Bahamalar'a gidelim! Birkaç metre ilerinizde turkuaz rengi deniz olsun. Şezlonga uzanmışsınız, tepenizde dev yapraklardan oluşan bir şemsiye. Hafif hafif esen bir rüzgar eşliğinde, güzellik uzmanı iki kadın size manikür ve pedikür yapıyor. (cinsiyete ve tercihlerinize göre bu kısmı kişiselleştirebilirsiniz tabii. Manikür, pedikür yerine masaj da yapıyor olabilirler. Ya da güzellik uzmanı iki kadın yerine harika vücutlu, Yunan Tanrısı masözler de yer alabilir hayallerinizde :P
Gözleriniz kapalı rüzgarı hissedip deniz kokusunu içinize çekerken, en sevdiğiniz parça da hafif hafif arka planda çalıyor olabilir. Son olarak ise bol buzlu, nane yaprakları ve limon dilimleri ile lezzetlendirdiğiniz bir cin toniği de uygun bir yere ekledik mi tamamdır!!

Son haftalarda ne zaman bunalsam, sıkılsam, hiçbir şey yapmadan saatlerce oturmak istesem bu hayale tutunuyorum. Arkadaşlarımın ''Sanki her gün Bahamalar'dasın'' diye dalga geçmelerine aldırmadan, birkaç dakika bu hayalle kendimi avutuyorum. Bana iyi geliyor. Gün boyu, günün getirdiklerine kafayı takıp canımı sıkmak da bir şeyi değiştirmiyor sonuçta.

Hayat çok çabuk geçiyormuş sevgili dostlar. Daha dün gibi üniversiteye başladığım gün. Canımız istemezse derse gitmezdik, final çıkışı denizde alırdık soluğu. Ne vardı da iş hayatı başladı, yapmamız gereken işler elimizi ayağımızı bağladı ben de bilmiyorum. Tek bildiğim anın tadını, mümkün olan en iyi şekilde çıkarmaya çalışmak. Dilerim bu günleri de aratan günleri görmeyiz. Zamanla daha iyi olur her şey, daha keyifli yazlar, eğlenceli kışlar yaşarız.

Yazının sonunda, hayallerinize eşlik etmesi için şu parçayı dinleyebilirsiniz. Ben çok severim ^^




15 Ocak 2016 Cuma

Bir Toplu Taşıma Sorunsalı Olarak, Fütursuzca Öksürüp Hapşıran Teyzeler ve Amcalar


Yine hastalıktan yakamı kurtaramadığım bu kış günlerinde, ‘’Ben nerede yanlış yapıyorum?’’, ‘’Neden sürekli hastayım?’’ sorularının cevaplarını ararken buldum kendimi. Sabah yataktan kalkamayan, sürekli uyuma ihtiyacı hisseden, C vitaminlerinin - multivitaminlerin masasından eksik olmadığı bir insan haline dönüştüm.

Malumunuz hepimiz işlerimize ya da okullarımıza gidip gelirken otobüs, metrobüs, metro gibi toplu taşıma araçlarını kullanıyoruz. Özellikle benim gibi Anadolu - Avrupa yakaları arasında mekik dokuyorsanız, İstanbul’un trafik sorununa daha çok maruz kalıyorsunuz demektir. Ümraniye’deki evimden, Şişhane’deki ajansıma gidip gelmek zaman zaman (özellikle akşam iş çıkışı saatleri) 3 saati bulabiliyor. ‘’3 saat ne mk!’’ diye düşünebilirsiniz, ama gelin görün ki Altunizade - Ümraniye tarafında yıllardır bitmek bilmeyen bir Çekmeköy - Üsküdar metro hattı çalışması var ki bu ayrı bir yazının ve edilecek bolca küfürün konusu.

Bizim şu anki konumuz ve ben bu konuda gerçekten çok sinirli zamanlar geçiriyorum; toplu taşıma araçlarında fütursuzca öksüren, aksıran, hapşıran teyzelerimiz ve amcalarımız.

Yine bir gün oturmuş ‘’Ulan ben neden sürekli hastayım?’’ sorunusunun cevabını ararken, otobüste hapşıran ve tüm otobüsü iğrenç tükürük kokusu ile dolduran amcamız hislerime tercüman oldu. Zaten ellerimizdeki mikropları araçlardaki her yere bulaştırdığımız yetmezmiş gibi, bir de hastalıklarını bu şekilde aynı aracı kullanan diğer insanlara bulaştıran insancıklarımız var.
Tamam maske kullanma alışkanlığımız yok toplum olarak, biliyorum. Hatta ben zaman zaman kullandığımda veremliymişim gibi bakışlara maruz kaldığımdan anlıyorum, maske Türk toplumunca kötü bir şey.
Bre adam, bre kadın! Bari yanında peçete, mendil taşı falan da oraya öksür, hapşır ya da her neyse… Biz sizin virüslerinizi solumak, taşıdığınız hastalığa marız kalmak zorunda mıyız? Sonra neden hastalıktan iki yakam bir yana gelmiyor? 


Bu yazıyı okuyan herkesten ricam okuyun, mümkün olan herkese de okutturun lütfen. Daha fazla nice yiğitlerimiz yataklara düşmesin. Acım acınız olsun, belki gören olur da ''Ay evet maske takayım ya da en azından peçeteye öksürüp hapşırayım.'' diye düşünür.
Sağlıklı günler dilerim.
Hürmetler, sevgiler, saygılar.

Günün Sonunda Duygularımız Kurtaracak Bizi, Güzel Bakmaktan Vazgeçmek Neden?

Bir konu hakkında duygu yoğunluğum hat safhaya ulaştığında; yazmayı ve hissetiklerimi / düşündüklerimi bir kişi ile bile olsa insanlar...